3 Ağustos 2008 Pazar

29 Temmuz 2008 Salı

1 Mayıs



" Hastane bahçesine, DİSK binasının içine gaz bombası atıldı... Sendikalılar, ÖDP binası önünde kıstırılan partililer coplarla dövüldü... Büyük tepki uyandıran ‘1 Mayıs’ın iki ay ardından İçişleri Bakanı açıkladı: Olaylarla ilgili bir polisin ifadesi alındı, mahkemeye sevk edilen yok. " Demokrasi sevenler acaba bu dayak için ne söyleyecekler. AKp tipi "ılımlı" demokrasinin halk ve emekçi sınıf üzerindeki tek tezahürü her nedense hep "dayak" oluyor. Arada annesi alıp uzaklaşması gerektiği nasihati alanlarda var onlar daha şanslı.

Gavur İzmir



"İzmir Kordonboyu'nda bikinleriyle güneşlenen Holladalı turistleri rahatsiz eden çıkmadı. Tacizlere, magandalara alışkın ülkemizde bikiniyle güneşlenenler böylece haber oldu"
Radikal

10 Temmuz 2008 Perşembe

Karahasanoğlu, İğne, Çuvaldız, Tecavüz, Ergenekon



Aslında bahsedeceğimiz adamın resmini koymak isterdim bloga ama sonradan vazgeçtim, zira tek bir resmi var Ali Karahasanoğlu'nun oda hepinizin malumu pek yakışıklı diyebileceğimiz bir görüntü arzetmiyor. Neyse fiziksel değil bizim derdimiz zira İlyas Salman'ı da çok severiz.

Hemen sadete girelim, muhterem bugun " Cumhuriyet gazetesi imtiyaz sahibi olan bu beyefendi, gözaltı sonrasında, tutuklanma talebiyle sevkedildiği mahkemede, yurtdışına çıkış yasağı konularak tahliye ediliyor.
Ertesi gün kendisini ziyaret edenlerin içinde, Türkiye’nin medya alanında bir numara olan Aydın Doğan’ı görüyorsunuz!
Şimdi gelin de bu ziyareti sorgulamayın. Dur beyim, adam hakkında korkunç bir suçlama var. Elinizde henüz bir beraat kararı da yok.. Bu ziyaret neyin nesi, kimin fesi?!.. "
buyurmuş. İyi, güzel diyorsun ortada bir dava var biliyoruz. Balbay'da sanık sıfatında bu davada, fakat verilmiş bir cezada yok, yani kesinleşen bir suç ortalıkta yok ve açık ifade etmek lazım diğer sanıklar ve tutuklular bir yana toplumda da Balbay'ın olayla alakası bulunmadığı yönünde genel bir kanı var. Bir şekilde " çamur ve iz " ilişkisi kuruluyor. Hani var ya " alakası olmasa almazlardı " mantığı bu zatın ki. Dertleri tasaları da buydu bu AKP yanlısı zevatın, hergün rezil gazetelerinden ve televizyonlarından kustukları hamasi AKP probagandası ve daha kendileri, sermayedarları ve işbirlikçileri dışında her şahsa ve kuruma yaptıkları giderlerin tek amacı bu Ergenekon mevzusuyla ortalığı bulandırmak. Bu memleket Susurluk gibi bir olayı yaşarken bunların "Hocaları" mum söndü diye saçmalıyordu ve kulak asmıyordu olan bitene ama şimdi kuyruğuna basılan kedi AKP kendilerine karşı bir darbenin kokusunu almışken işi dallandırıp budaklandırma telaşesindeler. Darbeyle derdiniz varsa buyurun Marmaris'ten başlayın işe. Darbenin iyisi ve kötüsü mü var da biz bilmiyoruz? Yoksa yine kendize Müslümanlığınız gibi kendinize mi demokratsınız?

Alıntıya gelince ar damarıyla ilgili bir kaç söz etmek lazım. Sen süper sayın Karahasanoğlu, cezası kesinleşen yani 14 yaşında bir kıza tecavüz etmekten hüküm giyen eski kalem erbabın Hüseyin Üzmez'i haftalar boyu savunmaya devam ederken iyiydi de şimdi böyle hassasiyetler saçıyorsun ortaya? Tecavüzden daha mı aşşağılık bir durum darbeci olmak? Zaten 12 Eylül'ün sayesinde palazlanmadı mı cemaatiniz? Şimdi ne çabuk darbe karşıtı oldun? Utanma duygusunun yanı sıra birde o güzel atasözünü hatırlasana, hani iğneli var ya...

6 Temmuz 2008 Pazar

Tasviye



Beşiktaş, üç büyük takımların içinden taşıdığı bazı değerler ve farklı duruşuyla ayrılan bir takım(dı). Ta ki Sinan Engin göreve başlayana kadar. Serdar Bilgili yönetiminde futbol takımı menejeriliğine getirilişiyle beraber ilkesizlik konusunda çıtayı en yükseklere yerlerştiridi kendisi. Öncelikle Alaattin Çakıcı ile olan münasebetleri ve sonrasında kaybedilen şampiyonluk ile beraber Beşiktaşın adını yeterince lekeledikten sonra görevden uzaklaştırılmıştı veya biz böyle olduğunu düşünmüştük ki bunun yeterli olmadığını düşünmüşler ki tekrar döndü.

Demirören yönetimi Beşiktaş tarihne mal olan değerleri bir bir çiğnemeye ant içtiği için Sinan Engini tekrar göreve getirdiler ve yaptıkları yıkımın bir tesadüf olmadığını gösterdiler bize. Bugünlerde yaşanan bu olay yine Beşiktaş tarihine kara harflerle kazındı, bütün diğer Demirören icraatları gibi. İşin kötü tarafı olayın kavga bahane edilerek bir " tasfiye " operasyonuna dönüşmesi.

İbrahim Üzülmez kimsenin sevmediği bir oyuncu olmasına rağmen, şimdiye kadar bütün teknik direktörlerin ilk tercihi olmuş ve yedi yıldır bu takım için ter döken bir oyuncudur. Her maç kendisine küfürler yağdırmamıza rağmen, onun olmadığı maçlarda sol kanadın yol geçen hanına döndüğünü ve yine o kanattan hiç bir atağın gelişmediğine defalarca şahit olduk ve İbrahim Üzülmeze her maç " İbrahim Düzelmez" dedik. Fakat Kaptan Beşiktaş'tan böyle gönderilmeyi asla hak etmemiştir, öncelikle bu takıma verdiği emek hiç bir şeklide taktir edilmeden, son yıllarda yaşanan her başarıda onun adı vardır, İnönü çimlerindeki teri hala soğumamıştır. İbrahim Toraman ise tamamen yerine alınan oyunculardan daha kötü olduğu düşünüldüğü için gönderilmektedir. Açıkçası futbolculuğunu fazla taktir etmediğim bir oyuncudur kendisi ama sahaya elinde ne varsa koyan bir adamdır, onun hep koşan veya kan ter içindeki hali aklıma kazınmıştır.

Şimdi aklı sıra Sinan Engin yaşlı Üzülmez ve formsuz Toraman'dan kavga vesilesiyle kurtulma uyanıklığı peşindedir. Bir takımı büyük yapan başarıları değil kültürüdür, başarının kendiside tam anlamıyla başka bir kültür. Kültürünüze ve değerlerinize sahip çıkmazsanız dibe vurmak için bile dua edersiniz. Eğer bizde fener ve Galatasaray gibi harcayacaksak bu değerleri ( ki çoktan harcadık ) başarılı olamayız. Çünkü yine bu " defolup gitmesi " için delirdiğimiz adamların mantığıyla hareket edersek diğerlerinin bizden çok parası var, unutmayın! Ki beşiktaş taraftarı takımından şampiyonluklar ve kupalardan çok bir duruş, bir tavır beklemektedir, diğer büyük takımların başarı anlayışıyla Beşiktaş taraftarının başarı anlayışı çok faklıdır. Utançla izliyorum bu rezaleti ve bütün gerçek Beşiktaşlıların da aynı şeyleri düşündüğü kanısındayım.

1 Temmuz 2008 Salı

Hasret



" Kirpiklerin gözleri kucaklaması gibi kucaklarım seni " diyordu Hasret, hani o hepsi en sendiğimiz türkülerinin birinde ama o 22 yaşında düştüğü ateşten sonra oğlu Roni'yi hiç kucaklayamadı. Karanlığın ateşine verdik onu 37 can ile birlikte. Karanlığın lekesini o gün hiç silemeyeceği anlına yapışırken Sivas'ın tarihler bundan tam on beş yıl önceyi gösteriyordu. Şu kanlı zalimin ettiği işler, garip bülbül gibi yareledi bizi. Yara hala kapanmadı, kabuk bağlayamadı, kanaya kanıya nehirler oldu, ırmaklar oldu deryalara ulaştı ama hala hesabı sorulmadı.

Yıllardır dilimizdeki o yine bir başka "katliam" türküsünde söylediği gibi " sanma hesap sorulmaz " diyoruz. Ne Kızılderelerin, ne Sivasların, ne de Maraşların hesabı henüz sorulmadı. Midenizi bulandırı mı bilmiyorum bir hikaye anlatacağım sadece; binlerce insan vardı o gün otelin önünde " cehennem ateşi için yanıyorlar " çığlıkları arasında " ya allah bismillah allah-u ekber " nidalarıyla yandı otel ve acı son. Ertesi gün bir çok kişi olayla ilgili göz altına alındı, delil yetersizliğinden ( TRT kameralarının aldığı görüntülere rağmen ) serbest bırakıldı bir çoğu (yurt dışına kaçanları saymıyoruz tabi ) fakat yine bazı tutuklamalar oldu. Sonra dava süreci başladı, peki sanıkların avukatı kimdi? Olaydan bir kaç yıl sonra Adalet Bakanlığı koltuğuna oturacak Şevket Kazan! Bir zamanlar " aynı yolda " yürümüyor muydu Tayyip Erdoğan'la bu katliamcıların avukatı? Peki bugun Tayyip Erdoğan, o konuşmayı çok seven başbakanımız Sivas Katliamı hakkında bir şeyler söyledi mi? Bu sizi şaşırttı mı? Hergün ,daha on yıl önce " araç " diye binmeye kalktığı, demokrasiyi bugun bize öğretmeye kalkan başbakan acaba bu durumdan bir hicap duyuyor mu? Hayır değil mi? Aksini düşünemediğimiz ortada, keşke düşünebilsek ama olmuyor sanki. Dert kendi partileri, yani rant ve iktidar araçları olunca bize demokrasi nutukları atan başbakan biraz da bu konuda asıp kesse ne güzel olurdu değil mi? Fakat bir eski fundamentalistten böyle bir şeyi beklemek fazla iyiserlik olur, öyleyse biz kendi sözümüzü yarın kendimiz söyleyelim: Saat 16:00'da Toros sokakta buluşalım.

29 Haziran 2008 Pazar

Sergen Yalçın



Futbolculuğun dibine vurmuştu, pas, çalım, duran top, bitiricilik gibi yeteneklerin yanına birde oyun zekasını ekleyince Sergen olmak için sadece sexe ve at yarışlarına düşkün olmak yetmiyordu birde çok çalışmanız gerekiyordu. Fakat Sergen hiç çalışmazdı. Örneğin Alex veya yine aynı mevkiyi paylaştığı her hangi bir oyuncu ( zira Sergen haricindekilerin hepsi " herhangi" kalıyor ) " neden az koşuyorsun " sorularıyla karşılaştığında, "mevkim iacbı, enerjimi idareli kullanmam lazım, sakatlıktan yeni çıktım, birde koşsam bu takımda ne işim var " gibi sıradan cevaplar verirken O aslında futbol tarihine geçmesi gereken bir cevap vermişti: " Yoruluyorum. " İşte Sergen olmak ve olabilmek bununla alakalı, yoruluyorum diyebilmekte. Bugun artık onu bir yorumcu olarak izliyoruz. Futbolculuğu gibi yorumculuğuda göz kamaştırıcı ( flamboyant demek isterdim ama o artık legendary play maker forward ). Fatih Terim hegomanyasına bile takmadan ağzına geleni söyleyebiliyor, ilk programlar tökezleyecekmiş gibi dursada yine golü yapmasını bildi ( hani o yere düşüp attığı gol ) ve artık daha da rahat konuşuyor ve konuştukça eskiden yaptığı gibi çok eğlendiriyor.

Şakirt Anlatıyor # Final

Sonuç ;

Aklı başında herkesin de anlayabileceği gibi bu bir karşı devrim örgütlenmesidir. Devlet içinde koskoca bir devlettir. ABD ve AB çıkarlarına koşulsuz hizmet etmektedirler. Ayrıca birçok yerde yazıldığı gibi dergileri, radyoları, televizyonları, üniversiteleri, vakıfları, ışık evleri vs. her şeyleri vardır. Öyle ki savcıları, kaymakamları, valileri, emniyet müdürleri, öğretmenleri, doktorları, istihbaratçıları (ki bu konuya doymak bilmeyen bir iştahla
yanaşmaktadırlar), askerleri, milletvekilleri, bakanları vardır. Hemen hemen her büyük partinin de desteği ile bu noktalara gelinmiştir. Bence yegâne çözüm bu örgütün tüm malvarlığına el konmasından geçer. Ama sorun şu ki; kim koyacak?

Diğer insanlardan tüm bu olan biten son derece profesyonelce saklanmaktadır. Hatta çıkan yalan haberler bile buna en güzel şekilde hizmet etmektedir. Yok, Fethullah komandoları varmış; yok, kendilerini patlatacaklarmış, yok, hücre evleri varmış; tabancalar, tüfekler, bombalar varmış... Bu atmosfer onlara en çok yarayan ortamı oluşturuyor ve kendilerinin terörist olmadığını "muhabbet fedai"leri olduğunu insanlara yaymalarına yarıyor.

Bu kişilerin ne yapmaya çalıştıkları çok iyi bilinmeli ve o kanaldan mücadele verilmelidir. Örgüt deşifre edildiğinde, ABD yerine başkasını bulmak için faaliyete geçecektir ve bu zannımca on yıl on beş yıl kadar bir zamanı alacaktır. Bu bir bölünme süreci olarak da yansıyabilir Fethullahçılara. Çünkü kurulu mekanizma en güzel şekilde işletilmektedir. Bir daha böyle bir mekanizmayı kurmak çok çaba gerektirir. Bölüp bir kısmını yine ABD emriyle kamuoyunda kötülemek diğer kısmıyla yola devam etmek ile de bu mücadeleyi verebilirler. Her ne yapılacak ise bu darbeden hemen sonra yapılmalıdır. Yani bir daha güçlenmesine fırsat verilmeden "meydana getirdiği boşluk" doldurulmalıdır. Ama dediğim gibi ilk iş; oyunu açığa çıkarmak ve "Ağababası" olan ABD'nin işlerliğini yitiren bu beşinci kolunu gözden çıkarmasını beklemek olacaktır...

12 Haziran 2008 Perşembe

SÜLEYMAN DEMİREL’İ ODTÜDE GÖRMEK İSTEMİYORUZ




Bir hatırlatma ve çok kısa tarih dersi: Deniz Gezmiş 16 Mart 1971 günü Sivas’ın Gemerek ilçesinde yakaladı ve 9 Ekim 1971 tarihinde askeri cunta tarafından idama mahkûm edildi. İdam kararı senatoda oylanırken Süleyman Demirel idamların onaylanması için elini kaldırırken, birde arkasına dönüp Adalet Partisi grubunda kararı kabul etmeyen var mı diye kontrol ediyordu. Karar 6 Mayıs 1972’de cunta eliyle alelacele infaz edildi. Öldürüldüklerinde Deniz Gezmiş 24, Hüseyin İnan 23, Yusuf Aslan 25 yaşındaydı. Yine aynı Süleyman Demirel hayali ihracatın mucidi olan sevgili yeğeni Yahya Demirel’i savunurken “ 25 yaşında çocukla uğraşıyorlar “ diyebilmişti.

Balıklara bile rahmet okutan bir toplumsal hafızaya sahibiz. Sağ olsun çok milli ve bir o kadarda maneviyatçı, hatta mukaddesiyatcı eğitim sistemimiz biz on bin yıl önce yaşayan Orta Asta Türk kavimlerinin adlarını ezberlettirir ve İslam ordularının Endülüs seferini adeta canlı yayın kıvamında bellettirirken, yakın tarihten bahsetme gereği pek duymaz. Bizde yine adı milli olan tarih ikinci dünya savaşıyla biter. Hal böyle olunca bu ülkenin geçirdiği 3 darbeyi televizyonlardaki belgesellerden duyarız ve çok merak ettiysek gidip bir iki kitap okuruz ki bu çok uzak bir ihtimal. En iyisi belgesellerle beynimizi bulandırmak yerine dizilerde karar kılalım ve yakın tarih dersimizi Hatırla Sevgili’den alırız. Alırız almasına da ne anlarız? Bizden neyi anlamamızı bekliyorlarsa onu tabi ki…

Şimdi biliyoruz Deniz Gezmiş’in nasıl idam edildiğini, nasıl yakalandığını, onun ve onların nasıl suçsuz olduklarını ( düzene inat güneş balçıkla sıvanmıyor işte ) hep birlikte düzen televizyonlarından izledik. Gerçi Erdal ÖZ’ ün Gülünün Solduğu Akşam’ı kadar gerçekçi ve sert bir seyir değildi bu, fakat bu dejenere edilmiş hali bile birçoğunun ( hatta çocuğun ) gözlerini yaşartmaya yetti, nede olsa bir düzen televizyonundan akıyordu bu hüzün evlerimizin içine ve oda idama giderken Deniz’in son sözleri arasından “ Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği “ sözlerini silmişlerdi, nede olsa bu kadarı bile fazlaydı…

Bu acı hepimiz için fazla gelmişti, onun resmine bakarken, ( hani o çok bilinen yeşil parkalı resmi ) gözleri yaşarmayan var mıydı aramızda, onun idama giden gözlerini ve yüzünü unutabileniniz var mı? ODTÜ’de 1. yurdun önünden geçerken binaya taraf bakıp onun zamanında kaldığı odanın hangisi olduğunu merak etmeyeniniz? Stadyumun önünden geçerken o görkemli yazının sadece kelime anlamından öte “ başka ” anlamlar da taşıdığının farkına varmayanınız var mı? Peki, bugün burada ülkenin herhangi başka hiçbir üniversitesinde bulunmayan bu özgürlük ( tabi onunda bir sınırı var ) ortamının hangi bedeller karşılığında tesis edildiğinin farkında olmayan var mı? Kantinlerde örtülü masaların çevresinde oturan takım elbiseli, silahlı ve ” ocaklı “ tipleri görmüyorsanız, her gün satırla ve döner bıçağıyla bir arkadaşınız yaralanmıyorsa, kimse mini eteğinize ve top sakalınıza “ hemşerim yassah, reisin emri var ” diye müdahale edemiyorsa sizce kimin veya kimlerin sayesinde? İşte o Denizler dediğimiz insanların ve onların bize miras bıraktığı geleneğin sayesinde…

Bugün siz tahammül edebilecek misiniz işte o Denizlerin idamı için ön ayak olan Demirel’in buraya gelmesine? Bu okulda inandığımız ve sahip çıktığımız bütün değerlerin mimarı olan o geleneğin ilk temsilcilerini ölüme yollamış Süleyman Demirel’in gözlerimizin içine bakarak bize “ benim öğrencilerim ” diye seslenmesini hazmedebilecek misiniz Deniz’in “idama giden gözleri” aklınızdayken? Biz edemeyeceğiz ve buradan, bu okulda aynı değerleri ve alanları paylaştığımız bütün öğrencileri Süleyman Demirel’i ODTÜ’de görmek istemiyorum demeye çağırıyoruz.

SÜLEYMAN DEMİREL’İ ODTÜDE GÖRMEK İSTEMİYORUZ

Yapı Topluluğu ve Genç - İMO

4 Haziran 2008 Çarşamba

Şakirt Anlatıyor # 4

Uyanışım;

Artık her şey saçma geliyordu bana. Biz bir emir kuluyduk ve ne denirse yapıyorduk. Çünkü toplu olarak cennete girecektik. Sorgulama yoktu, körü körüne bağlanma ve emri ne kadar çabuk yerine getirdiğine bağlı olarak sahte bir samimiyet vardı. Ama bu sahtelik genellikle bize emir verenler ve onların üstünden başlıyordu. Tabanı samimi ve bir o kadar da cahil (beyni etkisizleştirilmiş anlamında) insanlar oluşturuyordu. Bu insanlar dürüst, çalışkan ve edepli insanlardı. Ama uyuyorlardı. Üstelik biz uyutmuştuk yıllarca çocuklarını, kendilerini, karılarını, tüm yakınlarını.

Sırf "solcularla" inatlaşma uğruna yaptığımız birçok saçma iş vardı. Bunlara en iyi örnek Yeni Yüzyıl gazetesinde Hoca efendi’nin röportajının çıktığı zamandı. Bu gazeteyi sırf solcular "Hocalarının röportajına bile sahip çıkmıyorlar" demesinler diye balya balya aldık ve Zaman gazetesinin depolarında çürümeye bıraktık, sonra da imha ettik. Bazı yerlerde Zaman gazetesinin içine koyarak dağıtıldığını duyduk. Gazete hiçbir yerde bulunmaz olmuştu. Üç günlük röportajı on beş güne yayarak ve tirajını da ona katlayarak gazete büyük kar etti sayemizde. Bir sefer de Süleyman Demirel'in Fatih Üniversitesi' nin açılışında "burayı doldurabilir misiniz" demesi üzerine iş-güç, okul-sınav demeden koştuk ve doldurduk orayı. Hoca efendi istiyor diye daha yeni okuduğumuz kitapları bir kere daha okuduk. Hoca efendi çağırıyor diye pılımızı, pırtımızı topladık Amerika'da yaşamaya gittik bazılarımız. Buna da "hicret" deniyordu. Bir keresinde, bir arkadaşıma giden biri hakkında ne zaman döneceğini sorunca bana güldü ve dedi ki "hicret bu, dönmek olur mu”. Benim bildiğim hicret sayfası dinen kapanmıştır. Hele Türkiye gibi ibadetlerinizi rahatçayapabildiğiniz bir ülkede.

Merakım şu: Türkiye'de halkın %99'u Müslüman. Amerika ise kendi deyimiyle Müslümanlara karşı bir haçlı savaşı başlatmış durumda. Nasıl oluyor da burada rahat olunamıyor lakin orada istediğimizi yapmamıza izin veriliyor? ABD her yere ajanlar sokarken, iki kişi bile kendi karşısında ciddi bir şeyler yapmaya kalktığında haberi olurken bu nasıl denli büyük bir oluşuma müsaade ediyor? Üstelik bu oluşumun biricik görevi insanları Müslüman yapmak iken. ABD'nin yoksa insanları Müslüman yapmak gibi bir gizli amacı mı var? Yoksa Hoca efendi ABD'nin de mi üzerinde büyük bir güce sahip ki bizimle uğraşamıyor? Garip işler bunlar. Bizden ABD'ye hicret etmemizi Fatih Koleji'ndeki bir barkovizyon gösterisi sonrası Hoca efendi'nin yanından gelen bir ağabey istemişti. Ben de düşünmüştüm; bu resmen bir beyin göçü ve sermaye göçü... O zamanlar Hoca efendi için evden bile dışarı çıkmıyor denmişti. Ağabeylerimiz diyormuş ki "hocam zaten çok hastasın, bari bir çık bahçede dolaş" ama Hocamız hiç çıkmıyormuş. Aynı yıllarda yeşil.org adlı internet sitesinde Hoca efendi’nin boy boy dışarıda çekilmiş resmi yayınlanıyormuş da haberimiz yokmuş. Biz Hocamıza üzülüp dua etmekle vaktimizi geçiriyorduk. Bir de tabi gelen emirleri eksiksiz yapmakla.

Hoca efendi’nin Latif Erdoğan'a yazdırdığı "Küçük Dünyam" adlı kitabından en az bir kere yazılı sınav olmamış şakirt tanımıyorum ben. Anlamadığım bir nokta da bu işte. Yani sen ta Amerikalardan "diğer gamlık" üzerine, "hizmette önde mükâfatta geri durma" üzerine göğüslerimize salvolar savur, sonra da çıkıp kendini anlatan kitaptan bizi belki beş belki on kere imtihan et. "İmtihan Dünyası" bu olmasa gerek. Halen "hizmette" aktif olan ve son derece de teslimiyetçi bir arkadaşım bir seferinde şunları söylemişti, ben de yanlışı o zaman fark etmiştim: "ne bu Hoca efendi, Hoca efendi ya... Allah var, Peygamber var ya!"

Hoca efendi, Hoca efendi, Hoca efendi.. . "Hoca efendi ne diyor bu konuda, Hoca efendi’nin çok mühim tespitleri var bu konuda, Hoca efendi bugün ne diyor, Hoca efendi’nin dediklerini artık herkul.org sitesinden günü gününe takip edebileceğiz arkadaşlar, Hoca efendi çok ciddi uyarıyor, Hoca efendi çok mübarek, Hoca efendi bizzat ilgilenmiş, Hoca efendi adını bizzat kendi koymuş, Hoca efendi derhal yapılsın istemiş, Hoca efendi, arkadaşlar dikkatli olsun demiş, Hoca efendi, arkadaşlar artık evlensin demiş, Hoca efendi, çocuk yapın demiş, Hoca efendi, İŞHAD’ı güçlendirin demiş, Hoca efendi, gazete tirajının bu haliyle karşıma çıkmayın demiş, Hoca efendi başı açık "ablalar" la da evlenilsin istemiş, Hoca efendi, bir dua etmiş maçın ikinci yarısı Galatasaray iki gol atarak Real Madrid'i devirmiş, Hoca efendi, Allah depremde İkitelli Medyası'nı "çiftetelli" gibi sallardı ama içlerinde mübarek gazeteler de var demiş, Hoca efendi üzülmüş, Hoca efendi çok kederlenmiş, Hoca efendi hastalanmış, Hoca efendi, Asya Finans Kredi Kartı alın demiş; Ulusal Televizyon ihalesi yapılacağı gün Asya Finans'ın kasasında o kadar para yokmuş, para lazımmış, Hoca efendi şunu demiş, Hoca efendi bunu demiş..." Bu konuşma tarzına sıradan bir "ışık evi" nde her gün rastlayabilirsiniz.

Nurettin Veren'e gelince; "o ne pis bir adam öyle, tipi kayık, pis bir çıkarcı o, yalancı herifin teki" gibi yakıştırmalar yapıyorlar. Ve size şu kadarını söyleyeyim, bu insanları asla şartlandırıldıkları haricince bir şeye inandıramazsınız. Belki size abartı gelir ama ben biliyorum ki Hoca efendi bugün atlayın ve ölün dese sayıları binlere varabilecek kadarı bu emri de hiç çekinmeden yerine getirir. Nurettin Bey bu konuda ne söylese azdır. Hiçbir şey bu gerçek kadar sıra dışı değildir, yine bu gerçeğin tasvirleri bile.

3 Haziran 2008 Salı

Şakirt Anlatıyor # 3




2000'ler ;

Üniversiteye girince artık biz de "ağabey" olmuştuk. Evlerde kalmaya ve sistemi bizzat kendimiz daha büyük sorumluluk üstlenerek yürütmeye başlamıştık. Talebelerimiz vardı, onlarla ilgileniyorduk. Aksiyon okuyorduk, artık bandrollü ve sakıncalı yerlerinden temizlenmiş Hoca efendi kasetlerini koli koli alarak herkese ama herkese
dağıtıyorduk. Hoca efendi hakkında yine "hizmet"in başka yayın evlerinden çıkmış kitapları "mütevelli olmuş esnaf ağabeylerimizin" katkılarıyla kolilerce alıp dağıtıyorduk. Kitaplar binlerce satıyordu. Ramazanda zekât, kurban bayramlarında deri topluyorduk, kurbanlık parası topluyorduk. Amerika'dan, Hoca efendi’nin yanından gelen ağabey gelmişti bir seferinde. O anlatıyordu biz ağlıyorduk. Ardından adam başına toplayacağı büyükbaş kurbanlıkların sözünü almaya ve kayıt ettirmeye başlamıştı. Her birimizden 60-70 belki de 100-120 büyükbaş kurban parası getirmemizi istiyor ve pazarlık bu rakamlardan açılıyordu.

Bazı tanıdıklarımızın yaptığı hiçbir iş yoktu. Evde de kalmazdı. Sonradan bu kişilerin görevinin "çok özel" olduğunu öğrendik. Bunlar Türk Silahlı Kuvvetleri'ne girmek üzere olan öğrencilerle askeri okuldayken "ilgileniyorlar" idi. Hoca efendi’nin "en önemli on görevden biri" saydığı bu iş için seçilmiş insanlardı. Hepimizin en nefret ettiği yer Ordu idi. Bir toplantımızda bir ağabeyimizin Ordu, Danıştay ve diğer "solcu" kurumlar için yaptığı tanımlama ilginçti. Ağabeyimiz bu gibi kurumlar için "artık fitne kurumlaşarak üzerimize geliyor, biz de bir an önce kurumlaşarak karşı koymalıyız" diyordu. Gazetemizi sürekli okumamız gerektiği de bir diğer telkin idi. Özkök Paşa'nın Genelkurmay Başkanı olacağı günleri ip ile çekiyorduk.

Aksiyon Dergisi'nin bir sayısında "Ergenekon" diye bir grup kapak yapılmıştı. Bu sayıdan çok sayıda fotokopi çekerek hepimizden okumamız istenmişti. Yazıda, devlet içinde gizli bir birimin oluşturulduğu ve bu birimin amacının Arjantin benzeri sosyal patlamaların önüne geçmek, devlete zarar verebilecek oluşumlara müdahale etmek olduğu yazılıydı. Ağabeylerimiz bunun bize de müdahale edeceğini söylediler. Bu benim için bir dönüm noktasıydı.

Biz bu devletin bekasına, milletin dertlerine derman olmaya çalışmıyor muyduk? Bizi solcular engellemiyor muydu? Bizim mücadelemiz iman kurtarmak değil miydi? Bize ne toplumsal patlamaların önüne geçmek ve devleti korumak için kurulmuş bir gizli teşkilattan? Devlet hepimizin devleti değil miydi, neden korumasınlar ki? Hem bize ne diye düşman olsunlar ki?

Irkçılık



Bugün İsmet Berkan beyefendi " Türkiye’de, aynı ülkeyi paylaştığımız vatandaşlarımıza karşı, azınlıklar hariç, sistematik bir ırkçılık olmadı. " buyurmuşlar. Yani azınlık olmayanlara karşı bir ırkçılığın söz konusu olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Yani nufun yarısını temsil eden Kürtler'in üzerindeki siyasi, ekonomik ve askeri baskı, sayıları on miyonu bulan Alevilere karşı girşilen tertipler ve katliamlar bu sistematik olan veya olmayan ırkçılığın faliyetleri midir? Sayın Berkan bu cümleyi farkında olarak mı kurdu? Yoksa yarın yanlış anlaşılmaları önlemek için bir açıklama mı yapacak? Biz zaten şimdiye kadar yaşananları ( ki bu bütün bir cumhuriyet tarihidir ) gözlemleyerek bu sonuca varabiliyoruz ama birileri yeni uyanmış anlaşılan.

Aşık Veysel vs. Tanrı



Bu alemi gören sensin,
Yok gözünde perde senin.
Haksıza yol veren sensin,
Yok mu sucun burda senin?

Kainati sen yarattin,
Herseyi yoktan var ettin,
Beni çıplak disar' attın,
Cömertliğin nerde senin?

Evli misin ergen misin?
Eşin yoktur bir sen misin?
Çark-ı sema nur sen misin?
Bu balkıyan nur da senin.

Kilisede despot keşiş,
İsa Allah'ın oğlu demiş.
Meryem ana neyin imiş?
Bu işin var bir de senin.

Kimden korktun da gizlendin,
Çok aradın, Çok izlendin,
Göster yüzün çok nazlandın,
Yüzün mahrem ferde senin.

Binbir ismin bir cismin var,
Oglun, kızın ne hısmın var,
Her bir irenkte resmin var,
Nerde baksam orda senin.

Türlü türlü dillerin var,
Ne acaip hallerin var?
Ne karanlık yolların var,
Sırat köprün nerde senin?

Ademi sürdün bakmadın,
Cennette de bırakmadın,
Şeytanı niçin yakmadın?
Cehennemin var da senin.

Veysel neden aklın ermez?
Uzun kısa dilin durmaz,
Eller tutmaz gözler görmez,
Bu acaip sır da senin.

2 Haziran 2008 Pazartesi

Şakirt Anlatıyor # 2




" Üniversite hazırlık dershanesi olan FEM'e lise ikinci sınıfta da kayıt yaptırdık. Amaç hem iyi bir üniversite hem de "hizmet" para kazansın idi. Ortaokuldan beri ailelerimizi alıştırdığımız
"ağabeylerle ders çalışma" için onlarda kalmaya gitme
faaliyetlerimize ayrı bir önem vermeye başlamıştık. Bu kalma dönemlerine biz "kamp" diyorduk. Kamplarda ders çalışılır ve uzun vadeli projelerimizi ağabeylerimize anlatarak onların direktifleri doğrultusunda yaşamımızı planlardık. Ailelerimizle ağabeylerimizi ne zaman ve nasıl tanıştıracağımızı ve her iki tarafın ne yapması gerektiğine varıncaya kadar her şey planlanırdı. Öyle ki tüm bu insanlara bir üstündeki "not" verirdi.

Evlerin bir imamı vardı, yani evden sorumlu olan kişi. İki ya da üç ev bir semte ve semt imamına bağlıydı. Semtler bölgelere, bölgeler büyük bölgelere, büyük bölgeler ilçelere, ilçeler şehirlere, şehirler ülkeye, ülkeler kıtalara, kıtalar da en sonunda Hoca efendi’ye bağlıydı. Hatta öyle ki O Muhterem Zat'a Dünya yetmez ve evrende başkaları da varsa oraları da "hizmet"e katmak için ne gerekiyorsa yapılmalı idi. Bu insanların hepsi birbirini denetler, not verir ve bir üstündekine durumu iletirdi. Yani şıkır şıkır işleyen koskoca bir sistem vardı.

Lise sonda Fem'in yurdunda kalmaya başlamıştık. Çekebildiğimiz kadar arkadaşı Fem'e kayıt ettirmiştik nasıl olsa sonra "ilgileniriz" diye. Yurtta, odadaki durumdan pek haberi olmayan diğer kişileri de namaz kılma, çay içme ve türlü türlü bahanelerle yanımıza çekmeyi
başarıyorduk. Yani ağabeylerle danışıklı dövüş şeklinde "adam kafalama" tüm hızıyla devam ediyordu. Her birimizin "ilgilendiği" arkadaşlar da zamanla "şakirt" olma yolunda ilerliyordu.
Ağabeylerimizin düzenlediği maçlar, mangal partileri, çiğköfte partilerine artık not ortalamasına falan da bakmaksızın İslami görüşe yakın ailelerden çocukları seçerek getiriyorduk. Kola serbest oldu, kot pantolon giydik.

28 Şubat sürecinde Hoca efendi’nin video ve ses kasetlerini, kitaplarını evlerden alarak kendi evlerimizde sakladık ve evlere Atatürk ile ilgili kitaplar doldurduk. Evlerin çoğu yer değiştirdi. Bazı ağabeylerimiz "tedbir" gereği takma isim kullanmaya başladı. Cep telefonlarının pilini istişarelerde söktük. Telefonda "Hoca efendi, hizmet, sohbet" gibi kelimeleri kullanmayı yasakladık. Bunların yerine "maç yapmak, çay içmek, çorba içmek" gibi önceden kodladığımız filleri kullanmaya başladık. Aslında yapılan her şey "istişare" adı altında yukardan gelen emirlerin bize verildiği toplantılarda kararlaştırılıyordu. Yani "istişare" yoktu, belki teferruatta vardı, ama her şey bir emir zinciri vasıtasıyla bizim önümüze konuyordu. "

Al Capone



" Her akşam yatmadan önce Tanrı'ya bana bir bisiklet vermesi için dua ederdim. Bir gün Tanrı'nın çalışma tarzının bu olmadığını anladım. Ertesi gün gittim ve kendime yeni bir bisiklet çaldım ve her akşam yatmadan önce Tanrı'ya günahlarimi affetmesi için dua ettim . "

1 Haziran 2008 Pazar

Şakirt Anlatıyor # 1



Gazetelerin yaptığı gibi bende yazı dizisi yapmaya özendim. Bir mail ile elime ulaşan bu yazıyı parçalar halinde aktaracağım. Bir şakirtin kaleminden Fethullah Gülen Hoca efendinin cemaatinin iç yüzü. Aslında teker teker anlatılanların hepsini daha önce duyduğunuza eminim, ama resime daha bütüncül bakmamızı sağlıyor bu yazı.


Ben bir "ortaokul şakirt"iyim yani en kıdemli Fethullah
talebelerinden biriyim. Aşağıda anlattıklarımı bizzat yaşadım.
Sizinle paylaşmak için yine kendim yazdım.



1990'lar ;

Orta birinci sınıftaydım ve Cuma namazlarına düzenli olarak giderdim. Beni aynı semtte bulunan okulumdan ve gittiğim camiden takip ederek fişleyen ve bir gün okul bahçesinde top oynamak bahanesiyle yanıma gelen o kişi ilk "ağabeyim" idi. Daha sonra bana ve okuldan
seçtikleri fen, matematik ve Türkçe derslerinin toplam notu 21(10'luk sisteme göre) olan arkadaşıma cami kütüphanesinde ders vermek bahanesiyle yakınlık gösterdiler. Yakınlık daha bir samimiyete dönüşünce evlerine davet ettiler. Dersler evde devam etti. Bu arada bizimle oyunlar oynuyor ve bol bol sohbet ediyorlardı. Baştan futbol içerikli bu sohbetler yavaş yavaş dini mevzulara geldi. Allah'ı tanımak, namaz kılmak derken "Öğretmenin Not Defteri" gibi kitapları okumamızı istiyorlardı. Buna "Sızıntı" okumaları ve adını henüz bilmediğimiz o hocanın banttaki ses kaydını toplu olarak
dinlemelerimiz eşlik etti. Bize yeterince itimat kazandıklarında o sesin "Hoca efendi" ye ait olduğunu ve kendisinin çok "mübarek" bir insan olduğunu anlattılar.

Artık "işi" biliyorduk ve bize adam lazımdı. Okuldaki arkadaşlarımızı nasıl "kafalayarak" ağabeylerin huzuruna getireceğimizi öğrenmiştik. Yıllar orta üçüncü sınıfa getirdiğinde bizi artık sınavlara
hazırlanma vakti de gelmişti. Bu tarihlerde Kuleli Askeri Lisesi'ne girmenin ne kadar önemli ve saygın bir iş olduğu sürekli telkin ediliyordu bize. Derken tanıdığımız birkaç arkadaşımız orayı kazandı. Biz ise devlet lisesine devam ettiğimizde okuldan arkadaş "kafalamak" en büyük hedefimiz haline gelmişti. Okulumuzun hemen yanında bulunan "nur evi" ne ders çalışma bahanesiyle getirdiğimiz arkadaşlarımıza yemekler veriyor onları mümkün olduğunca bu evlerde tutmaya
çalışıyorduk. Bu kişilerle okulda ve başka yerlerde de "ilgileniyor" yörüngemizden uzaklaştırmamaya çalışıyorduk. Bunların durumlarını her hafta düzenlenen "istişare" toplantılarında ağabeylerimize
anlatıyorduk. Onlar da bize ne yapmamız gerektiğini, hangi yolları adım adım takip etmemiz gerektiğini, yapmamız gereken jestlere ve takınmamız gereken mimiklere kadar anlatıyordu.

Yılsonlarında gelen "Sızıntı koçanları" nı bitirmemiz ve onlarca, hatta yüzlerce kişiyi Sızıntı'ya abone etmemiz her birimizden bekleniyordu. Biz ise kimisinin parasını kendi cebimizden vererek bu en kutsal yolda birbirimizle kıyasıya yarışıyorduk. Zaman aboneliği de yine bu şekilde cereyan ediyordu. Haftada okumamız gereken Kuran miktarı, Risale-i Nur ve Hoca efendi Kitapları(Pırlanta Serisi) miktarı belliydi. Bunlara ek olarak o zamanki adı "Tuna Kırtasiye" olan "NT Mağazaları"nda kaçak ol arak çoğaltılan ve ağabeyimizin adını kullanarak arka bölümden aldığımız "Hoca efendi Vaaz Kasetleri"nden de ağabeyimizin seçtikleri doğrultusunda dinlememiz isteniyordu. Bunların hepsinin ortak adı "keyfiyet" idi. Bunu bir çetele halinde ağabeyimize her haftaki "istişare" de sunmamız isteniyordu.

Hiç müzik dinlemezdik, kola içmezdik ve hep kumaş pantolon giyerdik. Kız arkadaşımız asla olmazdı, okulda yüzlerine bile bakmazdık. Sokakta hep yere bakarak ve hızlı hızlı yürürdük. Ağabeyimizin dedikleri ana-babamızdan önemliydi. Mehmet Kafkas'ın "Geçmişi Bilmek" ve "Milli Mücadelede Öncüler" adlı kitaplarını okuyorduk. Atatürk masondu, deccaldı. Atatürk Kemal'di, Kemal Ağa idi. Atatürk baş eğlencemizdi. Okuldaki hocaların bazısı "duruma uyanmıştı", biz "tedbir dairesini" genişleterek okuldan çıkınca arka sokaktan dolaşarak nur evine gidiyorduk, içeri birer ikişer giriyorduk ve asla toplu çıkmıyorduk. Bize göre iki çeşit adam vardı; "müspet ve solcu". Solcunun bir adı da "kom" du. Kom, "komünist"in kısaltılmışıydı. Ve okuldaki bazı hocalar komdu. Özelikle de felsefeci.

31 Mayıs 2008 Cumartesi

Devlet Arşivi #8



İbo vs. Özal. İbo'nun suratındaki yaranmak için herşeyi yaparım ifadesine bir bakın.

FSLN



Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi'nin asıl adı olan Frente Sandinista de Liberación Nacional kısaltması. Nikaragua'da Carlos Fonseca önderliğinde faşist Samoza diktatörlüğüne son veren bir hareket. Bugun Daniel Ortega liderliğinde 2006 seçimlerinden sonra yeniden iktidardalar. Görsel onlara ait bir poster. Sandinist terimi ile ilgili ise ayrı bir post gerekiyor. Güney Amerika'da ki bütün anti-emperyalist hareketlere Emiliano Zapata ile beraber ilham veren ikinci isim olan Augusto Cesar Sandino'dan geliyor bu sıfat.

Euro 2008








Bizim de futbol sevenlere bir kıyağımız olsun dedim ve bir wallchart formatından tek tek jpeg doyası formatına getirip sizinle paylaştım. Milli takım ile ilgili bir post yazacağım yakında. Haa bu arada unutturmadan favorim Portekiz. Ronaldo'nun olduğu bir takımda Querasma ve Simao'nun da olması çok ilginç değil mi? Ayağına topu aldımı en az 3 adam geçen ( Ronaldo bir veya iki fazla geçebilir ) bu adamları aynı anda oynatırsa Felipao ortaya çok feci bir görüntü çıkabilir bizim savunmacılar açısından. Bunu benim değil Gökhan Zan ve Servet Çetin'in düşünmesi lazım.

29 Mayıs 2008 Perşembe

Yalçın Küçük'tür ama...



" Nedir Formula 1: Bir takım şöför muavinlerinin dar virajlara hızla giriş ve çıkışından zevk alan cinsel sorunlular için düzenlenmiş bir temaşadır. "

Yalçın Küçük

Kalenin efendisi...



Seyduna, nam-ı diğer İbn-i Sabbah, en bilinen adıyla Hasan Sabbah. Bu bloga ismini veren adamın sözleri bunlar:

" İnsanların mutluluk, aşk, sevinç olarak adlandırdıkları şeylerinin hepsinin yanlış faraziyeler üzerine kurulu, yanlış hesapların bir birikimi olduğunu keşfeden herkes kalbinde sadece korkunç bir boşluk bulacaktır. Bu sersemlikten kurtulmanın yegane yolu ise; kendisinin ve başkalarının hayatlarıyla kumar oynamaktır. Bunun başarabilecek yeteneğe sahip kişiler istedikleri her şeyi yapabilirler. "

Görsel: Alamut Kalesi.

28 Mayıs 2008 Çarşamba

"Radikal" bir yorum


Hani hiç sevmemenize rağmen, hergün yazılarını okuduğunuz bazı köşe yazarları vardır. Engin Ardıç, Taha Akyol ile başlayan bir listem var benimde. Tabi bir de İsmet Berkan'lı Radikal kontenjanım. Bugün yine hergün olduğu gibi okurken bu adamları herşey sıradan devam ediyordu, en son Radikal'in sayfasına girdim ve köşe yazılarının okumaya devam ettim. İsmet Berkan'ı sevmediğim için sona bıraktım yine. Fakat bugün ki yazısı hiçte fena sayılmazdı. Diyanet'in flört mevzusunda verdiği fetvayı eleştiriyordu. Pek çok defalar sinirim bozularak okuduğum İsmet berkan bu sefer zevk veriyodu bana. Diyanetin flörtü zinaya giden yol olarak tanımalası ve caiz değildir demesi gibi ortada ekstra ordinar bir durum varken kendi liberal çizgisinden gayet net bir yazıyla duruma eleştiri getirmişti. Diyanetten daha iyisini beklemediğim için olaya pek şaşırmadım, sonra İsmet Berkan'la olan okur ilişkim ya lanet yada afferin sınırlarında gezdiği için ( arasının hiç bulamadım ) yazı ile ilgilide ilginç bir durum yoktu. Fakat bugün pek yapmadığım bir şeyi yaptım. Bunada da Radikal internet sitesi'nin değişen formatı sepep oldu. Okur yorumları eskiye nazaran daha okunur ve daha göze çarpar bir haldeydi çünkü. Bende yorumları okumaya başladım ve sonra öyle bir yorum ile karşılaştım ki, işte o yorum : ( buda M. Ali Birand sunumu oldu )

Modern laik müslümanların "Hayır, din bu olamaz." çırpınışları
Sahi! Neden dinin çağ dışı fetvaları karşısında dehşete düşüyoruz ki? Dinin zaten başlı başına çağ dışı bir olgu olduğunu ifade edemediğimiz için mi? Ya da laik kesimin dahi büyük bir kısmı, dinin mantıksız olduğu aşikar emirlerini yerine getirmese de, inanmaktan vazgeçemediği için mi? Dini reddetmeye cesareti olmayan, ya da her şeye rağmen inanmak isteyenler, dini olmasını istedikleri gibi algılamaya çalışıyorlar. “Dinin özü aslında böyle değildir.”, “Din bu olamaz.”... İnanmak isteyen, ama gözünün gördüğünü görmezlikten gelemeyen insanların beyhude çırpınışları bunlar. Dini modernleştirme çabaları, dinin yapısı itibarıyla hep çıkmaz sokaklara giriyor. Neden modern insanların dahi çoğu kabullenemiyor hala? Madem “Din böyle olamaz”, neden “Ben böyle dine inanmam.” diyemiyor? Aslında şaşırtıcı olan dinin böyle şeyler salık vermesi değil, bu çağda bu kadar insanın hala dinlere inanıyor olması!

Oya Canlı

NOT: Görselde gördüğünüz Diyanet'in çocuklar için çıkardığı yeni bir yayın. Tam Namaz Hocası'nın postmodern versiyonu.

26 Mayıs 2008 Pazartesi

Muhalefet



CHP'liler gelsinlerde muahlefet görsünler. AKP'yi bu sefer de sağdan ve hatta daha radikal İslami bir bakışı temsil eden Saadet Partisi cephesinden eleştiren bir siteden bahsetmek istiyorum. Resim aynı siteden alıntıdır. Her şeyi anladım da bu açıyı nasıl yakaladın be adam? Atın üstünden çekilmiş gibi sanki! Siteyi tavsiye ederim, seviye tam Tayyip Erdoğan tarzında, bel altına çalışmışlar direk. Tabi onların derdi AKP'nin yeterince müslüman olmaması veya olamaması. Aynı kültürden geldikleri için midir nedir dilleri tam birbirlerinin anlayacağı gibi.

Mother Russia

Deniz # 2


Lenin, Devlet ve Devrim (°bkz: Devlet ve İhtilal) kitabının girişinde şunları yazar:
"Egemen sınıflar, sağlıklarında büyük devrimcileri ardı arkası gelmez kıyıcılıklarla ödüllendirirler; öğretilerini, en vahşi düşmanlık, en koyu kin, en taşkın yalan ve karalama kampanyalarıyla karşılarlar. Ölümlerinden sonra, büyük devrimcileri zararsız ikonlar durumuna getirmeye, söz uygun düşerse, azizleştirmeye, ezilen sınıfları 'teselli etmek' ve onları aldatmak için adlarını bir hâle ile süslemeye çalışırlar. böylelikle, devrimci öğretileri içeriğinden yoksunlaştırılır, değerden düşürülür ve devrimci keskinliği giderilir. Burjuvazi ve işçi hareketi oportünistleri, bugün işte marksizmi 'evcilleştirme' biçimi üzerinde birleşiyorlar. öğretinin devrimci yanı ve devrimci ruhu unutuluyor, siliniyor ve değiştiriliyor. Burjuvazi için kabul edilebilir ya da öyle görünen şeyler, ön plana çıkarılıyor ve övülüyor."

Sanırım şu an Deniz Gezmiş ve diğer eski devrimciler için yapılmaya çalışılan şeyin açıklamasını Lenin 90 sene önce yapmış.

25 Mayıs 2008 Pazar

Allende



Bir Sovyet pulu. Zaman zaman buradan Sovyet afişlerini paylaşmıştım, bu da ilk pul paylaşımı oldu. Şili'li Allende'nin anısına Sovyetlerin bastırdığı bir pul.

20 Mayıs 2008 Salı

Devlet Arşivi #7



Hoca, Hoca Efendi, Erbakan Hoca gibi hep hocalı isimlerle andığımız biriydi Necmettin Erbakan. Şimdi onun yıllarca hasretini duyduğu ve sonunda oturduğu başbakanlık koltuğunda eski öğrencisi, zamanın İstanbul imamı ( kendi iddiasıdır ) oturuyor. Refah-Yol dönemi görece hareketli ve eğlenceli zamanlarından biriydi memleketin. Her yandan fırlayan Ali Kalkancı'lar, Fadime Şahin'ler ve akabinde şeyhlere verilen yemek, 28 Şubat'ın habercisiydi. Tabi Kayseri ve Sincan Belediye başkanları da az kaşınmadılar. Hiç unutmuyorum o Küdüs'ün Kurtuluşu piyesini ve ertesi gün gürleyen tank motorları altında ezilen Sincan asvaltını. Resim o şa-şalı günlerden. Arkada, uçağın tepesinde bile Hoca Efendi'yi yanlız bırakmayan Sakaryalılar Grubu. Hakan Şükür futbolcu olmasaydı belki bu grupla beraber Erbakan'ı korurdu kim bilir? Hoca'yı koruyacağım derken sağa sola az dayak atmadılar bu tipler. O zamanların bir diğer ünlü grubu ise Batı Çalışma Grubuydu tabi çok farklı ve çok karşıydı Sakaryalılara...

CL Final



Şampiyonlar ligi bu yıl Moskova'da. Biri en kodamanından bir oligarkın, diğeri ise Amerikan sermayedarının takımı olmak üzere Chelsea ve Man UTD karşılaşacaklar. Favorim Kırmızı şeytanlar kazansın, ( The Red Devils United'ın lakabı ) Maviler ( Blues'da Chelsea'nin ) kaybetsin. Sovyet insanlarının emeğine çöreklenerek gerçek zamanlı ve gerçek anlamda FM ( CM'de olabilir ) oynayan bu adamın tek derdi tasası bu kupayı almaktı. Milyar dolarlara varan paraları sırf bu iş için yatırdı. Ne kadar ironik ki buna Moskova tanıklık edecek. Milyonlarca Sovyet insanın emek vererek yarattığı değerlere bir gecede sahip olan ve böylesine aymaz biçimde harcayanlar yine Moskova'da mağlup olsun istiyorum bütün kalbimle.

Naci En Alamo



Dünyanın en güzel şarkısı olabilir, yok eminim dünyanın en güzel şarkısı!

Sözleri ve meraklasına Türkçesi :

no tengo lugar
y no tengo paisaje
yo menos tengo patria

con mis dedos hago el fuego
y con mi corazon te canto
las cuerdas de mi corazon lloran

naci en alamo
naci en alamo
no tengo lugar
y no tengo paisaje
yo menos tengo patria

naci en alamo
naci en alamo
ay cuando canta(s)
y con tus dolores
nuestras mujeres te chican

ay, ay
ay

ay, ay
ay

naci en alamo
naci en alamo
no tengo lugar
y no tengo paisaje
yo menos tengo patria

Naci en alamo!



hiçlikten geliyorum
ne bir yerim var
ne de vatanım

bir yangın başlatabilirim parmaklarımla
yüreğimle şarkı söylerim sana
ki yüreğimin teli sızlamakta

alamo'da doğdum ben (aşktan doğdum ben)
hiçlikten geliyorum
ne bir yerim var
ne de vatanım

büyüler seni,
acınla şarkı söylediğinde kadınlarımız.

18 Mayıs 2008 Pazar

Devlet Arşivi #6



Arabanın plakası...

Devlet Arşivi #5



Bu sefer BMW 3.20'nin direksiyonunda Özal. Birde balina kasa Mercedes ile boğazı İbrahim Tatlıses dinleyerek geçme görüntüleri aklımda hala. Bu olayın milenyum versiyonunda Tayyip Erdoğan'da Prodi'yi yanına alıp Bolü tünellerinden geçmişti, tabi biraz farklı konseptler...

17 Mayıs 2008 Cumartesi

Anadolu'da Vakit #2

Artık eleştiriden öteye geçmek istiyorum bu Vakit gazetesi için. Gazete demek bile iltifat bu çıkarttıkları üzeri yazılı kağıt parçalarına. Zira içinde 14 yaşında bir kıza tecavüz eden ( etmekten yargılanan değil ) yazarları Hüseyin Üzmez'i savunacak kadar küçülmelerinden sonra Bugün Gazetesini takiben Leyla Gencere hakaret etme sırası bun zevatlara gelmiş. Yorum da değil bir haber olarak çıkan yazıda aynen şu ifadeler yer alıyor: “Türk halkının dinini beğenmeyip, Hırıstiyan kalmakta ısrar eden, Türkiye’yi beğenmeyip ömrünü İtalya’da geçiren soprano Gencer’in, yakılan cesedinin küllerinin Boğaz’a serpilmesini istemesine büyük tepki var. Vatandaşlar, ‘Boğaz’ı kirletmeye kimsenin hakkı yok. Türkiye çöplük mü? Herkesin vasiyeti yerine getirilecekse, Yusuf Bozkurt Özal’ın naaşının defninde niye kıyametler koparıldı?’ dediler.” Küllerin Boğaz’a dökülmesinin çevrecilerin tepkisine sebep olduğunun iddia edildiği haberde, çevre örgütleri ve çevrecilerin “Bir insan sanatçı olabilir. Ama onun vasiyeti var diye bize kalacak bir dünya kirletilemez. Ayrıca küllerin Boğaz’a bırakılması suç”

Bütün dünyanın saygısını kazanmış ve diva ünvanının almış bir insana ettikleri sözler yine bu Üzmez'in arkadaşı ve savunucusu olan bir Vakit yazarına ait değil. Bu bir haber yazısı. Gazeteciliğin en temel ilkelerinden biri olan tarafsızlık ilkesini esnetebilirisiniz, taraflı bir şekilde yansıtabilirsiniz bir haberi ama bir haberde birine hakaret ettme seviyesine geldiyseniz etik ve ahlak sınırlarını aşmışsınız demektir. Gerçi bir tecavüzcüyü savunan bu gazetenin yaptığı veya yazdığı hiç bir şeye şaşırmamak lazım.

Sivas'ta insanları diri diri yakan bu bilincin bugün bir divanın külleri boğaza atılıyor diye " çevre kirliliği " yaygarasıyla duruma yorum getirmesi de hayli manidar olmuş. Mide bulandırıcı bu yayına umarım yine bu iğrençlikte devam edeler, bakalım Hüseyin Üzmez performanslarının da ötesine geçebilecekler mi? Sakalınızdan utanın ey ...!

15 Mayıs 2008 Perşembe

Toledo



Tagus Nehrinden bir Toledo Panaroması. Sadece bizim vatanımız cennet değilmiş yani.

Takım



Takım başarılı olduğu için tutulmaz. En azından benim ahlak anlayışım bunu söylemiyor bana. O zaman herkesin gidip Real Madrid'i, Man Utd'yi veya buralardaki muadili Fener'i tutması gerekirdi. Fakat bütün dert tasa artık " başarıya " endeksili. Şimdi endüstüriyel futbol geyiğine girmeyeceğim. Fakat ortalıkta anlayamadığım bir durum var. Bu kadar endüstüri biraz fazla galiba...

Eskiden takımların bütçelerinden hiç haberimiz olmazdı. Sadece " Fener Ortega'yı 7.5 Milyon dolara almış obarey, oha Beşiktaş Ayhan'a 9 milyon dolar vermiş zuhah, vay be Cimbom Felipe'yi sekiz milyon dolara almış " tadında yaklaşırken olaylara şimdi herkes bütün takımların kaç parası var, nereye ne kadar borcu var, bilmem kim yıllık kaç milyon öro alıyor biliyor. Muhabbetler muazzam değişik: " - Başkan Fener şu Ronaldo'yu alsaya..? Neden almıyor? - Lan oğlum çok para Ronaldo, borçlanırlar... " şeklinde devam eden sohbetler söz konusu! Sana ne ulan takımın borcundan? Sen mi ödeyeceksin borcu ? Birde takıma destek olmak adına orjinal forma almaya kasan tirlyon kafalar! Takıma destekmiş. Lan sana ne Kezman'ın karıyla kızla yiyeceği paraya sponsor neden oluyorsun ki? Kezman'ın bir haftada kazandığını 5 yılda kazanamıyorken hemde. O parayı sana verseler belki Kezman'dan da daha faydalı olacaksın ya Fener'e, orası ayrı bir konu... Akıl dışı buluyorum ben bu davranışları açıkçası.

Devir " para " devri olmuş biliyoruz, anlıyoruz ama bu aç gözlülük Adam Smith'in ( bu arada bi Alan Smith vardı n'ooldu ona? ) bile midesini bulandıracak seviyeye geldi. Televizyonu açıp Arjantin Kapanış ligi, Fransa Ligue 1, İtalya Serie A, İngiltere Premiership ve ( en sevdiğim ) İspanya La Liga maçlarını evde göbeğimi kaşıyarak ( göbeğini kaşıyan adam ben miyim yoksa? ) izleyebiliyorken havuz sistemi denilen bir zikkoluk yüzünden ( bkz: Zico ) yıllardır kendi ligimizin maçlarını her seferinde yeni küfürler öğrendiğim bir kahvede izlemek zorunda kalıyorum. Bunun adı her neyse ben sevemedim bu işi aga!

Deniz vs Taha Akyol



Bu ay Red dergisi ( severek izliyoruz ) kapağına onun o en bilinen resmini koymuş ve altına " Deniz Olunmalı " yazmış. Böyle bir miras altında ezilen ülke gençliğine aslında durması gerektiği yeri ve olması gerektiği kişiyi işaret etmeye çalışmış. Bu yıl sadece devrimci ve sol basında değil, Doğan Medya'ya bağlı bütün organlar dahil olmak üzere gericiliği ve ırkçılığından şüphe etmediğimiz o bildik guruplar haricinde bütün medyada 6 Mayıs günü yapılan anmalar geniş yer buldu. Görüntülü ve yazılı olarak ilk defa bu 36 yıldır süren etkinliklere medyanın ilgisi bu kadar yoğundu. gerçi iki gün önce Taha Akyol biraz dengelmeye çalıştı mevzuyu ve Leninizmin ve Marksizmin öldüğüne vurgu yaparak Deniz Gezmiş'lerin idamından duyduğu büyük üzüntüyü ( bkz: timsah gözyaşları ) dile getiridi ve hatta " keşke yaşasalardı " dedi. Kendisinden beklenilen bu " sağduyulu " yaklaşımın altyapısını bir haftadır yazdığı " Türkiye'nin gerçek bir sosyal demokrat partiye ihtiyacı var " tespitleriyle yapıyordu zaten. Onunla aynı üniversite sıralarını paylaşırken bildiğimiz bir " ülkücü " olarak idam edildiği gün aldığın Tercüman gazetesinin manşetinde " ömürleri suç işlemekle geçmişti " yazıyordu Taha Akyol! Kime ne hikaye anlatıyorsun, genç olmanın verdiği hafiflikle " faşistlik " ( faşhing diye bir deyim türetmiş okulda arkadaşlar bu arada, çok hoş... ) yapmanı hoş görüp senin bu kocamış halinle bile göz göre göre " sosyalizm " düşmanlığı yaptığını unutacak mıyız hemen? Bırak bu işleri, sağcısın sen sağcı kal en güzeli. Birde emin ol seni bundan elli yıl sonra kimse hatırlamayacak, ne yazdığın yazılar, ne de yaptığın sağcı programlarla dünyaya en ufak bir işaret bırakamadın o silaha sarılmak ile suçladığın Deniz Gezmiş'lerin resimleri ise hep bu ülkenin aydınlık gençlerinin duvarlarında asılı kalacak.

14 Mayıs 2008 Çarşamba

13 Mayıs 2008 Salı

Dizayn Balo Salonu 2



Bursa yakınlarında bir akaryakıt istasyonu.

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Devlet Arşivi #5



Özal dönemi tam bir şaşalı dönemdir Türkiye'de. 80 darbesinden sonra Türkiye'yi girmesi gereken yörüngeye sokmakla görevliydi ve bunu da yaptı. Kötü bir huyu vardı rahmetlinin ( hep böyle anarlar ) biraz gösterişe meraklıydı. 10 km otoban yapıp hizmete açmak için devlet töreni düzenletirdi.

Vefa


Vefa İstanbul'da bir semt ismidir bizim için. Adına büyük dediğimiz takımlar efsanevi futbolcularına bile " masraf " olmasın diye jübile yapmazken milyonlarca yuroları saçma sapan transferler için savururlar. Etik, gelenek, duruş gibi kelimeler bizim " tek adam " elinden yürütülen klüplerimizde pek duyulan kelimeler değildir. Her türlü ayak oyununu her alanda yapmaktan geri durmayan bu kodamanlar iş " ilkeli " olmaya geldiğinde birden " profesyonel " kesilirler. Futbolcularında bu kokuşmuşluğa her şekilde uyum sağladığına ( yok daha çok para için başka klübe gidenlerden bahsetmiyorum ) şahit oluyoruz. İşte bu kelime bu toplam ile birlikte gerçekten sadece adres bildirmeye yarıyor artık bizim futbol dünyamızda.

Birde fotoğraftaki adam var işte. Fiorentina'da Batistuta ile beraber akıllara kazınan ikinci isim. Ardından Milan'da şampiyonluklar ve kupalarla geçen dört sezondan sonra yine doğduğu, var olduğu yere, ülkesine, eski takımı Benfica'ya döndü. İki sezondan sonra bu yıl futbolu bıraktı. İşte vefa'nın kelime anlamı. Yoksa oda bilirdi Fener'e veya Katar'a gidip iki yıl daha beş'er beş'er milyon yuroları cebe atmayı ama büyük futbolcu sadece top oynayarak olunmuyor.

11 Mayıs 2008 Pazar

Tarafsızlık




Her hükümetin kendine yaltaklanan bir medya grubu olmuştur, belirli bir siyasi görüşün temsilcisi olan gazeteler de vardır. Bu taraflı tutumlarıyla " tarafsızlık " ilkesinden uzak oldukları için güvenilirlikleri sorgulanır bu tip medya gruplarının ve gazetelerin. Öyle ki bu " tarafsız " basın örneklerinin en uç temsilcileri bu günlerde ülkemizde akıl almayacak haberler ve yazılar türetmektedirler.

Hangisinden önce başlasam bilmiyorum ama ilk fotoğraf ile beraber açalım. Kendisini görünce aklıma Engin Ardıç, Ardıç kuşunu görünce de aklıma Mehmet Barlas gelir. İkiside birer liberalizim makinasıdır bu abilerin. Demokrasiyi çok iyi bilirler ve " ideolojileri öldürürler ". Tabi öldürükleri ideoloji sosyalizmdir. Onlara göre globalizm ( kapitalizmin kibar adı ) ideoloji değil gerçeğin ve vaz geçilmezin adı olduğu için ideoloji değildir. Her dönem hükümetlerin şaşmaz yalakası olagelmişlerdir. Cumhuriyetin kurulduğu günden hemen hemen her dönem " sağ " iktidarların elinde olduğu için hükümetler bu abiler hep bize bu sağcıların yalanlarını yumuşak bir dille yutturmak, sermayenin çıkarlarını kibar ( gerçi bunların az terbiyesizlikleri olmadı ) bir şekilde savunmak görevindedirler. Şimdi ise dünyanın hiç bir yerinde görülmemiş bir şekilde başbakanın hısımlarına bedavaya verilen ( devlet bankasından alınan kredi ile... ) bir medya grubunda buluşmuşlar ve kafa kafaya AKP'yi cansiperane bir biçimde savunmaya vermişler kendilerini. Dertleri tasalarıda Kemalistler ve CHP'liler olmuş. Her gün başka birine geçirme telaşesi içinde iktidar yalakalığının, kapı kulluğunun en nadide örnekleri ile geliyorlar karşımıza. Ar damarları çatladığı için edilebilecek hiç bir hakaretin kıymeti harbiyesi yok bunlara.





Biri ise sağ kaşındaki açıyı çözemediğim bir sapık. Hem eski ülkücü ve şeriatçı olmak gibi sıfatlara sahip bir yazar( eski mesleği suikastçilik ). " Nikahıma alacaktım ve gazozuma ilaç atmışlar " savunmalarıyla beraber rezilliklerden rezillik beğenemeyen bu adamı hala savunmaya devam edebilen kalem arkadaşları ve gazetesi. Dört şahit arama telaşında hala bu aşşağılık durumu savunmaları, ahlaki açıdan kendilerini çok üst sıralardan pazarlamaya kalkarken " İslamcı " etiketinin altını kazıdığımızda ortaya çıkan " cinsel sapkınlık " tekerrürüyle açıklanabilir ancak.

Bütün bu pisliğin bir şekilde AKP ile ilintili olması ( ilintiden çok göbeğinden bağlılık demek lazım ) ise hayret verici değil artık. Zaten rüşveti bahşiş diye savunan, işçilere ayak takımı diyen, oğlunu yumurta zengini yapan, kadınları aşşağılıyan bir iktidardan daha iyisini beklemek safdillik olurdu. Demokrasi lafını ağzına dolayıp, AKP'yi ve külliyatının her durumda savunusunu yapan bu " çıkar " gruparına birde sözüm ona " sol - liberaller " destek atma telaşındaydılar. Fakat bu süreç artık bu " demokrasi " sevicilerinin dahi midesini kaldırmış durumda, bakalım erken seçim ve yeni parti geyikleri bizi nereye götürecek.

9 Mayıs 2008 Cuma

Forvet



Forvet oyuncuları futbol oyununun her zaman en değerli elemanları olmuşlardır.( Şu forvet arkası denilen oyuncuları da forvetlere dahil ettim nede olsa gol atıyorlar ) Yıllardır Beşiktaş'ı takip edenler hiç bu kadar değerli bir forvet hattı hatırlıyorlar mı? Bobo, Nobre ve Holosko gibi bir üçlüden bahsediyorum. Kuvvetle muhtemel bu üçlü Bobo'nun uçuşuyla bozulacak. Brezilya Milli takımına seçilen bir oyuncunun ( Kleberson ve Ricardinho'nun kadroya giremediği takımda ) Beşiktaş'ta tutulabilmesi oldukça zor görünüyor. Ayrıca Beşiktaş'ın Bobo'nun yeteneklerinde başka bir oyuncuyu bulabilmesi de ayrı bir zorluk. Nerden esti şimdi bu muhabbet değil mi?