29 Haziran 2008 Pazar

Sergen Yalçın



Futbolculuğun dibine vurmuştu, pas, çalım, duran top, bitiricilik gibi yeteneklerin yanına birde oyun zekasını ekleyince Sergen olmak için sadece sexe ve at yarışlarına düşkün olmak yetmiyordu birde çok çalışmanız gerekiyordu. Fakat Sergen hiç çalışmazdı. Örneğin Alex veya yine aynı mevkiyi paylaştığı her hangi bir oyuncu ( zira Sergen haricindekilerin hepsi " herhangi" kalıyor ) " neden az koşuyorsun " sorularıyla karşılaştığında, "mevkim iacbı, enerjimi idareli kullanmam lazım, sakatlıktan yeni çıktım, birde koşsam bu takımda ne işim var " gibi sıradan cevaplar verirken O aslında futbol tarihine geçmesi gereken bir cevap vermişti: " Yoruluyorum. " İşte Sergen olmak ve olabilmek bununla alakalı, yoruluyorum diyebilmekte. Bugun artık onu bir yorumcu olarak izliyoruz. Futbolculuğu gibi yorumculuğuda göz kamaştırıcı ( flamboyant demek isterdim ama o artık legendary play maker forward ). Fatih Terim hegomanyasına bile takmadan ağzına geleni söyleyebiliyor, ilk programlar tökezleyecekmiş gibi dursada yine golü yapmasını bildi ( hani o yere düşüp attığı gol ) ve artık daha da rahat konuşuyor ve konuştukça eskiden yaptığı gibi çok eğlendiriyor.

Şakirt Anlatıyor # Final

Sonuç ;

Aklı başında herkesin de anlayabileceği gibi bu bir karşı devrim örgütlenmesidir. Devlet içinde koskoca bir devlettir. ABD ve AB çıkarlarına koşulsuz hizmet etmektedirler. Ayrıca birçok yerde yazıldığı gibi dergileri, radyoları, televizyonları, üniversiteleri, vakıfları, ışık evleri vs. her şeyleri vardır. Öyle ki savcıları, kaymakamları, valileri, emniyet müdürleri, öğretmenleri, doktorları, istihbaratçıları (ki bu konuya doymak bilmeyen bir iştahla
yanaşmaktadırlar), askerleri, milletvekilleri, bakanları vardır. Hemen hemen her büyük partinin de desteği ile bu noktalara gelinmiştir. Bence yegâne çözüm bu örgütün tüm malvarlığına el konmasından geçer. Ama sorun şu ki; kim koyacak?

Diğer insanlardan tüm bu olan biten son derece profesyonelce saklanmaktadır. Hatta çıkan yalan haberler bile buna en güzel şekilde hizmet etmektedir. Yok, Fethullah komandoları varmış; yok, kendilerini patlatacaklarmış, yok, hücre evleri varmış; tabancalar, tüfekler, bombalar varmış... Bu atmosfer onlara en çok yarayan ortamı oluşturuyor ve kendilerinin terörist olmadığını "muhabbet fedai"leri olduğunu insanlara yaymalarına yarıyor.

Bu kişilerin ne yapmaya çalıştıkları çok iyi bilinmeli ve o kanaldan mücadele verilmelidir. Örgüt deşifre edildiğinde, ABD yerine başkasını bulmak için faaliyete geçecektir ve bu zannımca on yıl on beş yıl kadar bir zamanı alacaktır. Bu bir bölünme süreci olarak da yansıyabilir Fethullahçılara. Çünkü kurulu mekanizma en güzel şekilde işletilmektedir. Bir daha böyle bir mekanizmayı kurmak çok çaba gerektirir. Bölüp bir kısmını yine ABD emriyle kamuoyunda kötülemek diğer kısmıyla yola devam etmek ile de bu mücadeleyi verebilirler. Her ne yapılacak ise bu darbeden hemen sonra yapılmalıdır. Yani bir daha güçlenmesine fırsat verilmeden "meydana getirdiği boşluk" doldurulmalıdır. Ama dediğim gibi ilk iş; oyunu açığa çıkarmak ve "Ağababası" olan ABD'nin işlerliğini yitiren bu beşinci kolunu gözden çıkarmasını beklemek olacaktır...

12 Haziran 2008 Perşembe

SÜLEYMAN DEMİREL’İ ODTÜDE GÖRMEK İSTEMİYORUZ




Bir hatırlatma ve çok kısa tarih dersi: Deniz Gezmiş 16 Mart 1971 günü Sivas’ın Gemerek ilçesinde yakaladı ve 9 Ekim 1971 tarihinde askeri cunta tarafından idama mahkûm edildi. İdam kararı senatoda oylanırken Süleyman Demirel idamların onaylanması için elini kaldırırken, birde arkasına dönüp Adalet Partisi grubunda kararı kabul etmeyen var mı diye kontrol ediyordu. Karar 6 Mayıs 1972’de cunta eliyle alelacele infaz edildi. Öldürüldüklerinde Deniz Gezmiş 24, Hüseyin İnan 23, Yusuf Aslan 25 yaşındaydı. Yine aynı Süleyman Demirel hayali ihracatın mucidi olan sevgili yeğeni Yahya Demirel’i savunurken “ 25 yaşında çocukla uğraşıyorlar “ diyebilmişti.

Balıklara bile rahmet okutan bir toplumsal hafızaya sahibiz. Sağ olsun çok milli ve bir o kadarda maneviyatçı, hatta mukaddesiyatcı eğitim sistemimiz biz on bin yıl önce yaşayan Orta Asta Türk kavimlerinin adlarını ezberlettirir ve İslam ordularının Endülüs seferini adeta canlı yayın kıvamında bellettirirken, yakın tarihten bahsetme gereği pek duymaz. Bizde yine adı milli olan tarih ikinci dünya savaşıyla biter. Hal böyle olunca bu ülkenin geçirdiği 3 darbeyi televizyonlardaki belgesellerden duyarız ve çok merak ettiysek gidip bir iki kitap okuruz ki bu çok uzak bir ihtimal. En iyisi belgesellerle beynimizi bulandırmak yerine dizilerde karar kılalım ve yakın tarih dersimizi Hatırla Sevgili’den alırız. Alırız almasına da ne anlarız? Bizden neyi anlamamızı bekliyorlarsa onu tabi ki…

Şimdi biliyoruz Deniz Gezmiş’in nasıl idam edildiğini, nasıl yakalandığını, onun ve onların nasıl suçsuz olduklarını ( düzene inat güneş balçıkla sıvanmıyor işte ) hep birlikte düzen televizyonlarından izledik. Gerçi Erdal ÖZ’ ün Gülünün Solduğu Akşam’ı kadar gerçekçi ve sert bir seyir değildi bu, fakat bu dejenere edilmiş hali bile birçoğunun ( hatta çocuğun ) gözlerini yaşartmaya yetti, nede olsa bir düzen televizyonundan akıyordu bu hüzün evlerimizin içine ve oda idama giderken Deniz’in son sözleri arasından “ Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği “ sözlerini silmişlerdi, nede olsa bu kadarı bile fazlaydı…

Bu acı hepimiz için fazla gelmişti, onun resmine bakarken, ( hani o çok bilinen yeşil parkalı resmi ) gözleri yaşarmayan var mıydı aramızda, onun idama giden gözlerini ve yüzünü unutabileniniz var mı? ODTÜ’de 1. yurdun önünden geçerken binaya taraf bakıp onun zamanında kaldığı odanın hangisi olduğunu merak etmeyeniniz? Stadyumun önünden geçerken o görkemli yazının sadece kelime anlamından öte “ başka ” anlamlar da taşıdığının farkına varmayanınız var mı? Peki, bugün burada ülkenin herhangi başka hiçbir üniversitesinde bulunmayan bu özgürlük ( tabi onunda bir sınırı var ) ortamının hangi bedeller karşılığında tesis edildiğinin farkında olmayan var mı? Kantinlerde örtülü masaların çevresinde oturan takım elbiseli, silahlı ve ” ocaklı “ tipleri görmüyorsanız, her gün satırla ve döner bıçağıyla bir arkadaşınız yaralanmıyorsa, kimse mini eteğinize ve top sakalınıza “ hemşerim yassah, reisin emri var ” diye müdahale edemiyorsa sizce kimin veya kimlerin sayesinde? İşte o Denizler dediğimiz insanların ve onların bize miras bıraktığı geleneğin sayesinde…

Bugün siz tahammül edebilecek misiniz işte o Denizlerin idamı için ön ayak olan Demirel’in buraya gelmesine? Bu okulda inandığımız ve sahip çıktığımız bütün değerlerin mimarı olan o geleneğin ilk temsilcilerini ölüme yollamış Süleyman Demirel’in gözlerimizin içine bakarak bize “ benim öğrencilerim ” diye seslenmesini hazmedebilecek misiniz Deniz’in “idama giden gözleri” aklınızdayken? Biz edemeyeceğiz ve buradan, bu okulda aynı değerleri ve alanları paylaştığımız bütün öğrencileri Süleyman Demirel’i ODTÜ’de görmek istemiyorum demeye çağırıyoruz.

SÜLEYMAN DEMİREL’İ ODTÜDE GÖRMEK İSTEMİYORUZ

Yapı Topluluğu ve Genç - İMO

4 Haziran 2008 Çarşamba

Şakirt Anlatıyor # 4

Uyanışım;

Artık her şey saçma geliyordu bana. Biz bir emir kuluyduk ve ne denirse yapıyorduk. Çünkü toplu olarak cennete girecektik. Sorgulama yoktu, körü körüne bağlanma ve emri ne kadar çabuk yerine getirdiğine bağlı olarak sahte bir samimiyet vardı. Ama bu sahtelik genellikle bize emir verenler ve onların üstünden başlıyordu. Tabanı samimi ve bir o kadar da cahil (beyni etkisizleştirilmiş anlamında) insanlar oluşturuyordu. Bu insanlar dürüst, çalışkan ve edepli insanlardı. Ama uyuyorlardı. Üstelik biz uyutmuştuk yıllarca çocuklarını, kendilerini, karılarını, tüm yakınlarını.

Sırf "solcularla" inatlaşma uğruna yaptığımız birçok saçma iş vardı. Bunlara en iyi örnek Yeni Yüzyıl gazetesinde Hoca efendi’nin röportajının çıktığı zamandı. Bu gazeteyi sırf solcular "Hocalarının röportajına bile sahip çıkmıyorlar" demesinler diye balya balya aldık ve Zaman gazetesinin depolarında çürümeye bıraktık, sonra da imha ettik. Bazı yerlerde Zaman gazetesinin içine koyarak dağıtıldığını duyduk. Gazete hiçbir yerde bulunmaz olmuştu. Üç günlük röportajı on beş güne yayarak ve tirajını da ona katlayarak gazete büyük kar etti sayemizde. Bir sefer de Süleyman Demirel'in Fatih Üniversitesi' nin açılışında "burayı doldurabilir misiniz" demesi üzerine iş-güç, okul-sınav demeden koştuk ve doldurduk orayı. Hoca efendi istiyor diye daha yeni okuduğumuz kitapları bir kere daha okuduk. Hoca efendi çağırıyor diye pılımızı, pırtımızı topladık Amerika'da yaşamaya gittik bazılarımız. Buna da "hicret" deniyordu. Bir keresinde, bir arkadaşıma giden biri hakkında ne zaman döneceğini sorunca bana güldü ve dedi ki "hicret bu, dönmek olur mu”. Benim bildiğim hicret sayfası dinen kapanmıştır. Hele Türkiye gibi ibadetlerinizi rahatçayapabildiğiniz bir ülkede.

Merakım şu: Türkiye'de halkın %99'u Müslüman. Amerika ise kendi deyimiyle Müslümanlara karşı bir haçlı savaşı başlatmış durumda. Nasıl oluyor da burada rahat olunamıyor lakin orada istediğimizi yapmamıza izin veriliyor? ABD her yere ajanlar sokarken, iki kişi bile kendi karşısında ciddi bir şeyler yapmaya kalktığında haberi olurken bu nasıl denli büyük bir oluşuma müsaade ediyor? Üstelik bu oluşumun biricik görevi insanları Müslüman yapmak iken. ABD'nin yoksa insanları Müslüman yapmak gibi bir gizli amacı mı var? Yoksa Hoca efendi ABD'nin de mi üzerinde büyük bir güce sahip ki bizimle uğraşamıyor? Garip işler bunlar. Bizden ABD'ye hicret etmemizi Fatih Koleji'ndeki bir barkovizyon gösterisi sonrası Hoca efendi'nin yanından gelen bir ağabey istemişti. Ben de düşünmüştüm; bu resmen bir beyin göçü ve sermaye göçü... O zamanlar Hoca efendi için evden bile dışarı çıkmıyor denmişti. Ağabeylerimiz diyormuş ki "hocam zaten çok hastasın, bari bir çık bahçede dolaş" ama Hocamız hiç çıkmıyormuş. Aynı yıllarda yeşil.org adlı internet sitesinde Hoca efendi’nin boy boy dışarıda çekilmiş resmi yayınlanıyormuş da haberimiz yokmuş. Biz Hocamıza üzülüp dua etmekle vaktimizi geçiriyorduk. Bir de tabi gelen emirleri eksiksiz yapmakla.

Hoca efendi’nin Latif Erdoğan'a yazdırdığı "Küçük Dünyam" adlı kitabından en az bir kere yazılı sınav olmamış şakirt tanımıyorum ben. Anlamadığım bir nokta da bu işte. Yani sen ta Amerikalardan "diğer gamlık" üzerine, "hizmette önde mükâfatta geri durma" üzerine göğüslerimize salvolar savur, sonra da çıkıp kendini anlatan kitaptan bizi belki beş belki on kere imtihan et. "İmtihan Dünyası" bu olmasa gerek. Halen "hizmette" aktif olan ve son derece de teslimiyetçi bir arkadaşım bir seferinde şunları söylemişti, ben de yanlışı o zaman fark etmiştim: "ne bu Hoca efendi, Hoca efendi ya... Allah var, Peygamber var ya!"

Hoca efendi, Hoca efendi, Hoca efendi.. . "Hoca efendi ne diyor bu konuda, Hoca efendi’nin çok mühim tespitleri var bu konuda, Hoca efendi bugün ne diyor, Hoca efendi’nin dediklerini artık herkul.org sitesinden günü gününe takip edebileceğiz arkadaşlar, Hoca efendi çok ciddi uyarıyor, Hoca efendi çok mübarek, Hoca efendi bizzat ilgilenmiş, Hoca efendi adını bizzat kendi koymuş, Hoca efendi derhal yapılsın istemiş, Hoca efendi, arkadaşlar dikkatli olsun demiş, Hoca efendi, arkadaşlar artık evlensin demiş, Hoca efendi, çocuk yapın demiş, Hoca efendi, İŞHAD’ı güçlendirin demiş, Hoca efendi, gazete tirajının bu haliyle karşıma çıkmayın demiş, Hoca efendi başı açık "ablalar" la da evlenilsin istemiş, Hoca efendi, bir dua etmiş maçın ikinci yarısı Galatasaray iki gol atarak Real Madrid'i devirmiş, Hoca efendi, Allah depremde İkitelli Medyası'nı "çiftetelli" gibi sallardı ama içlerinde mübarek gazeteler de var demiş, Hoca efendi üzülmüş, Hoca efendi çok kederlenmiş, Hoca efendi hastalanmış, Hoca efendi, Asya Finans Kredi Kartı alın demiş; Ulusal Televizyon ihalesi yapılacağı gün Asya Finans'ın kasasında o kadar para yokmuş, para lazımmış, Hoca efendi şunu demiş, Hoca efendi bunu demiş..." Bu konuşma tarzına sıradan bir "ışık evi" nde her gün rastlayabilirsiniz.

Nurettin Veren'e gelince; "o ne pis bir adam öyle, tipi kayık, pis bir çıkarcı o, yalancı herifin teki" gibi yakıştırmalar yapıyorlar. Ve size şu kadarını söyleyeyim, bu insanları asla şartlandırıldıkları haricince bir şeye inandıramazsınız. Belki size abartı gelir ama ben biliyorum ki Hoca efendi bugün atlayın ve ölün dese sayıları binlere varabilecek kadarı bu emri de hiç çekinmeden yerine getirir. Nurettin Bey bu konuda ne söylese azdır. Hiçbir şey bu gerçek kadar sıra dışı değildir, yine bu gerçeğin tasvirleri bile.

3 Haziran 2008 Salı

Şakirt Anlatıyor # 3




2000'ler ;

Üniversiteye girince artık biz de "ağabey" olmuştuk. Evlerde kalmaya ve sistemi bizzat kendimiz daha büyük sorumluluk üstlenerek yürütmeye başlamıştık. Talebelerimiz vardı, onlarla ilgileniyorduk. Aksiyon okuyorduk, artık bandrollü ve sakıncalı yerlerinden temizlenmiş Hoca efendi kasetlerini koli koli alarak herkese ama herkese
dağıtıyorduk. Hoca efendi hakkında yine "hizmet"in başka yayın evlerinden çıkmış kitapları "mütevelli olmuş esnaf ağabeylerimizin" katkılarıyla kolilerce alıp dağıtıyorduk. Kitaplar binlerce satıyordu. Ramazanda zekât, kurban bayramlarında deri topluyorduk, kurbanlık parası topluyorduk. Amerika'dan, Hoca efendi’nin yanından gelen ağabey gelmişti bir seferinde. O anlatıyordu biz ağlıyorduk. Ardından adam başına toplayacağı büyükbaş kurbanlıkların sözünü almaya ve kayıt ettirmeye başlamıştı. Her birimizden 60-70 belki de 100-120 büyükbaş kurban parası getirmemizi istiyor ve pazarlık bu rakamlardan açılıyordu.

Bazı tanıdıklarımızın yaptığı hiçbir iş yoktu. Evde de kalmazdı. Sonradan bu kişilerin görevinin "çok özel" olduğunu öğrendik. Bunlar Türk Silahlı Kuvvetleri'ne girmek üzere olan öğrencilerle askeri okuldayken "ilgileniyorlar" idi. Hoca efendi’nin "en önemli on görevden biri" saydığı bu iş için seçilmiş insanlardı. Hepimizin en nefret ettiği yer Ordu idi. Bir toplantımızda bir ağabeyimizin Ordu, Danıştay ve diğer "solcu" kurumlar için yaptığı tanımlama ilginçti. Ağabeyimiz bu gibi kurumlar için "artık fitne kurumlaşarak üzerimize geliyor, biz de bir an önce kurumlaşarak karşı koymalıyız" diyordu. Gazetemizi sürekli okumamız gerektiği de bir diğer telkin idi. Özkök Paşa'nın Genelkurmay Başkanı olacağı günleri ip ile çekiyorduk.

Aksiyon Dergisi'nin bir sayısında "Ergenekon" diye bir grup kapak yapılmıştı. Bu sayıdan çok sayıda fotokopi çekerek hepimizden okumamız istenmişti. Yazıda, devlet içinde gizli bir birimin oluşturulduğu ve bu birimin amacının Arjantin benzeri sosyal patlamaların önüne geçmek, devlete zarar verebilecek oluşumlara müdahale etmek olduğu yazılıydı. Ağabeylerimiz bunun bize de müdahale edeceğini söylediler. Bu benim için bir dönüm noktasıydı.

Biz bu devletin bekasına, milletin dertlerine derman olmaya çalışmıyor muyduk? Bizi solcular engellemiyor muydu? Bizim mücadelemiz iman kurtarmak değil miydi? Bize ne toplumsal patlamaların önüne geçmek ve devleti korumak için kurulmuş bir gizli teşkilattan? Devlet hepimizin devleti değil miydi, neden korumasınlar ki? Hem bize ne diye düşman olsunlar ki?

Irkçılık



Bugün İsmet Berkan beyefendi " Türkiye’de, aynı ülkeyi paylaştığımız vatandaşlarımıza karşı, azınlıklar hariç, sistematik bir ırkçılık olmadı. " buyurmuşlar. Yani azınlık olmayanlara karşı bir ırkçılığın söz konusu olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Yani nufun yarısını temsil eden Kürtler'in üzerindeki siyasi, ekonomik ve askeri baskı, sayıları on miyonu bulan Alevilere karşı girşilen tertipler ve katliamlar bu sistematik olan veya olmayan ırkçılığın faliyetleri midir? Sayın Berkan bu cümleyi farkında olarak mı kurdu? Yoksa yarın yanlış anlaşılmaları önlemek için bir açıklama mı yapacak? Biz zaten şimdiye kadar yaşananları ( ki bu bütün bir cumhuriyet tarihidir ) gözlemleyerek bu sonuca varabiliyoruz ama birileri yeni uyanmış anlaşılan.

Aşık Veysel vs. Tanrı



Bu alemi gören sensin,
Yok gözünde perde senin.
Haksıza yol veren sensin,
Yok mu sucun burda senin?

Kainati sen yarattin,
Herseyi yoktan var ettin,
Beni çıplak disar' attın,
Cömertliğin nerde senin?

Evli misin ergen misin?
Eşin yoktur bir sen misin?
Çark-ı sema nur sen misin?
Bu balkıyan nur da senin.

Kilisede despot keşiş,
İsa Allah'ın oğlu demiş.
Meryem ana neyin imiş?
Bu işin var bir de senin.

Kimden korktun da gizlendin,
Çok aradın, Çok izlendin,
Göster yüzün çok nazlandın,
Yüzün mahrem ferde senin.

Binbir ismin bir cismin var,
Oglun, kızın ne hısmın var,
Her bir irenkte resmin var,
Nerde baksam orda senin.

Türlü türlü dillerin var,
Ne acaip hallerin var?
Ne karanlık yolların var,
Sırat köprün nerde senin?

Ademi sürdün bakmadın,
Cennette de bırakmadın,
Şeytanı niçin yakmadın?
Cehennemin var da senin.

Veysel neden aklın ermez?
Uzun kısa dilin durmaz,
Eller tutmaz gözler görmez,
Bu acaip sır da senin.

2 Haziran 2008 Pazartesi

Şakirt Anlatıyor # 2




" Üniversite hazırlık dershanesi olan FEM'e lise ikinci sınıfta da kayıt yaptırdık. Amaç hem iyi bir üniversite hem de "hizmet" para kazansın idi. Ortaokuldan beri ailelerimizi alıştırdığımız
"ağabeylerle ders çalışma" için onlarda kalmaya gitme
faaliyetlerimize ayrı bir önem vermeye başlamıştık. Bu kalma dönemlerine biz "kamp" diyorduk. Kamplarda ders çalışılır ve uzun vadeli projelerimizi ağabeylerimize anlatarak onların direktifleri doğrultusunda yaşamımızı planlardık. Ailelerimizle ağabeylerimizi ne zaman ve nasıl tanıştıracağımızı ve her iki tarafın ne yapması gerektiğine varıncaya kadar her şey planlanırdı. Öyle ki tüm bu insanlara bir üstündeki "not" verirdi.

Evlerin bir imamı vardı, yani evden sorumlu olan kişi. İki ya da üç ev bir semte ve semt imamına bağlıydı. Semtler bölgelere, bölgeler büyük bölgelere, büyük bölgeler ilçelere, ilçeler şehirlere, şehirler ülkeye, ülkeler kıtalara, kıtalar da en sonunda Hoca efendi’ye bağlıydı. Hatta öyle ki O Muhterem Zat'a Dünya yetmez ve evrende başkaları da varsa oraları da "hizmet"e katmak için ne gerekiyorsa yapılmalı idi. Bu insanların hepsi birbirini denetler, not verir ve bir üstündekine durumu iletirdi. Yani şıkır şıkır işleyen koskoca bir sistem vardı.

Lise sonda Fem'in yurdunda kalmaya başlamıştık. Çekebildiğimiz kadar arkadaşı Fem'e kayıt ettirmiştik nasıl olsa sonra "ilgileniriz" diye. Yurtta, odadaki durumdan pek haberi olmayan diğer kişileri de namaz kılma, çay içme ve türlü türlü bahanelerle yanımıza çekmeyi
başarıyorduk. Yani ağabeylerle danışıklı dövüş şeklinde "adam kafalama" tüm hızıyla devam ediyordu. Her birimizin "ilgilendiği" arkadaşlar da zamanla "şakirt" olma yolunda ilerliyordu.
Ağabeylerimizin düzenlediği maçlar, mangal partileri, çiğköfte partilerine artık not ortalamasına falan da bakmaksızın İslami görüşe yakın ailelerden çocukları seçerek getiriyorduk. Kola serbest oldu, kot pantolon giydik.

28 Şubat sürecinde Hoca efendi’nin video ve ses kasetlerini, kitaplarını evlerden alarak kendi evlerimizde sakladık ve evlere Atatürk ile ilgili kitaplar doldurduk. Evlerin çoğu yer değiştirdi. Bazı ağabeylerimiz "tedbir" gereği takma isim kullanmaya başladı. Cep telefonlarının pilini istişarelerde söktük. Telefonda "Hoca efendi, hizmet, sohbet" gibi kelimeleri kullanmayı yasakladık. Bunların yerine "maç yapmak, çay içmek, çorba içmek" gibi önceden kodladığımız filleri kullanmaya başladık. Aslında yapılan her şey "istişare" adı altında yukardan gelen emirlerin bize verildiği toplantılarda kararlaştırılıyordu. Yani "istişare" yoktu, belki teferruatta vardı, ama her şey bir emir zinciri vasıtasıyla bizim önümüze konuyordu. "

Al Capone



" Her akşam yatmadan önce Tanrı'ya bana bir bisiklet vermesi için dua ederdim. Bir gün Tanrı'nın çalışma tarzının bu olmadığını anladım. Ertesi gün gittim ve kendime yeni bir bisiklet çaldım ve her akşam yatmadan önce Tanrı'ya günahlarimi affetmesi için dua ettim . "

1 Haziran 2008 Pazar

Şakirt Anlatıyor # 1



Gazetelerin yaptığı gibi bende yazı dizisi yapmaya özendim. Bir mail ile elime ulaşan bu yazıyı parçalar halinde aktaracağım. Bir şakirtin kaleminden Fethullah Gülen Hoca efendinin cemaatinin iç yüzü. Aslında teker teker anlatılanların hepsini daha önce duyduğunuza eminim, ama resime daha bütüncül bakmamızı sağlıyor bu yazı.


Ben bir "ortaokul şakirt"iyim yani en kıdemli Fethullah
talebelerinden biriyim. Aşağıda anlattıklarımı bizzat yaşadım.
Sizinle paylaşmak için yine kendim yazdım.



1990'lar ;

Orta birinci sınıftaydım ve Cuma namazlarına düzenli olarak giderdim. Beni aynı semtte bulunan okulumdan ve gittiğim camiden takip ederek fişleyen ve bir gün okul bahçesinde top oynamak bahanesiyle yanıma gelen o kişi ilk "ağabeyim" idi. Daha sonra bana ve okuldan
seçtikleri fen, matematik ve Türkçe derslerinin toplam notu 21(10'luk sisteme göre) olan arkadaşıma cami kütüphanesinde ders vermek bahanesiyle yakınlık gösterdiler. Yakınlık daha bir samimiyete dönüşünce evlerine davet ettiler. Dersler evde devam etti. Bu arada bizimle oyunlar oynuyor ve bol bol sohbet ediyorlardı. Baştan futbol içerikli bu sohbetler yavaş yavaş dini mevzulara geldi. Allah'ı tanımak, namaz kılmak derken "Öğretmenin Not Defteri" gibi kitapları okumamızı istiyorlardı. Buna "Sızıntı" okumaları ve adını henüz bilmediğimiz o hocanın banttaki ses kaydını toplu olarak
dinlemelerimiz eşlik etti. Bize yeterince itimat kazandıklarında o sesin "Hoca efendi" ye ait olduğunu ve kendisinin çok "mübarek" bir insan olduğunu anlattılar.

Artık "işi" biliyorduk ve bize adam lazımdı. Okuldaki arkadaşlarımızı nasıl "kafalayarak" ağabeylerin huzuruna getireceğimizi öğrenmiştik. Yıllar orta üçüncü sınıfa getirdiğinde bizi artık sınavlara
hazırlanma vakti de gelmişti. Bu tarihlerde Kuleli Askeri Lisesi'ne girmenin ne kadar önemli ve saygın bir iş olduğu sürekli telkin ediliyordu bize. Derken tanıdığımız birkaç arkadaşımız orayı kazandı. Biz ise devlet lisesine devam ettiğimizde okuldan arkadaş "kafalamak" en büyük hedefimiz haline gelmişti. Okulumuzun hemen yanında bulunan "nur evi" ne ders çalışma bahanesiyle getirdiğimiz arkadaşlarımıza yemekler veriyor onları mümkün olduğunca bu evlerde tutmaya
çalışıyorduk. Bu kişilerle okulda ve başka yerlerde de "ilgileniyor" yörüngemizden uzaklaştırmamaya çalışıyorduk. Bunların durumlarını her hafta düzenlenen "istişare" toplantılarında ağabeylerimize
anlatıyorduk. Onlar da bize ne yapmamız gerektiğini, hangi yolları adım adım takip etmemiz gerektiğini, yapmamız gereken jestlere ve takınmamız gereken mimiklere kadar anlatıyordu.

Yılsonlarında gelen "Sızıntı koçanları" nı bitirmemiz ve onlarca, hatta yüzlerce kişiyi Sızıntı'ya abone etmemiz her birimizden bekleniyordu. Biz ise kimisinin parasını kendi cebimizden vererek bu en kutsal yolda birbirimizle kıyasıya yarışıyorduk. Zaman aboneliği de yine bu şekilde cereyan ediyordu. Haftada okumamız gereken Kuran miktarı, Risale-i Nur ve Hoca efendi Kitapları(Pırlanta Serisi) miktarı belliydi. Bunlara ek olarak o zamanki adı "Tuna Kırtasiye" olan "NT Mağazaları"nda kaçak ol arak çoğaltılan ve ağabeyimizin adını kullanarak arka bölümden aldığımız "Hoca efendi Vaaz Kasetleri"nden de ağabeyimizin seçtikleri doğrultusunda dinlememiz isteniyordu. Bunların hepsinin ortak adı "keyfiyet" idi. Bunu bir çetele halinde ağabeyimize her haftaki "istişare" de sunmamız isteniyordu.

Hiç müzik dinlemezdik, kola içmezdik ve hep kumaş pantolon giyerdik. Kız arkadaşımız asla olmazdı, okulda yüzlerine bile bakmazdık. Sokakta hep yere bakarak ve hızlı hızlı yürürdük. Ağabeyimizin dedikleri ana-babamızdan önemliydi. Mehmet Kafkas'ın "Geçmişi Bilmek" ve "Milli Mücadelede Öncüler" adlı kitaplarını okuyorduk. Atatürk masondu, deccaldı. Atatürk Kemal'di, Kemal Ağa idi. Atatürk baş eğlencemizdi. Okuldaki hocaların bazısı "duruma uyanmıştı", biz "tedbir dairesini" genişleterek okuldan çıkınca arka sokaktan dolaşarak nur evine gidiyorduk, içeri birer ikişer giriyorduk ve asla toplu çıkmıyorduk. Bize göre iki çeşit adam vardı; "müspet ve solcu". Solcunun bir adı da "kom" du. Kom, "komünist"in kısaltılmışıydı. Ve okuldaki bazı hocalar komdu. Özelikle de felsefeci.