25 Mart 2008 Salı

Policy Planning Study 23



Bu resmi anlamak için ünlü Amerikalı stratejist George Kennan'ın Dışişleri Bakanlığı Planlama Dairesi'nde çalışanlar için 1948'de kaleme aldığı 23 no.'lu Politika Planlama Çalışması'nda ("Policy Planning Study 23") söylediklerine bir kulak verelim:

"Dünyanın zenginiklerinin yüzde 50'sine, nüfusunun ise sadece yüzde 6.3'üne sahibiz. Bu durumda haset ve öfkelerin hedefi olmamız kaçınılmazdır. Önümüzdeki dönemde gerçek görevimiz, bu eşitsiz konumu sürdürmemizi sağlayacak ilişkileri oluşturmaktır. Bunun için tüm duygusallıklardan ve hayallerden ["day-dreaming"] kurtulmak zorundayız; dikkatimiz, acil ulusal hedeflerimizle ilgili şeyler üzerinde yoğunlaştırılmalıdır. İnsan hakları, yaşam standartlarının yükseltilmesi ve demokratikleşme gibi belirsiz ve gerçek olmayan şeyler üzerine konuşmaya son vermeliyiz. Doğrudan doğruya güç konseptleri ile hareket etmek zorunda kalacağımız gün çok uzakta değildir. İdealist sloganlar ayağımıza ne kadar az dolaşırsa o kadar iyi olacaktır."

Kennan 1950 yılında ise Latin Amerika büyükelçilerine, ABD istihbaratının raporlarına göre Latin Amerika'da yayılan ve savaşılması gereken tehlikeli bir sapkınlığı şu cümleyle özetliyordu: "Hükümetlerin halkın refahından doğrudan sorumlu olduğu fikri.." Kennan'ın diktatörlerin desteklenmesi konusunda görüşü ise şöyleydi:
"Son cevap hoş olmayabilir, ama yerel hükümetlerin polis baskısını gördüğümüzde duraksamamalıyız. Komünistler aslen hain olduklarına göre, bu utanılacak bir şey değildir. İktidarda, komünistlerin sızdığı, hoşgörülü ve gevşek bir liberal hükümet olacağına güçlü bir rejimin olması daha iyidir."

Birşeyler ifade ediyor mu bu sözler? Mesela 1973 Şili, 1980 Türkiye.. Bugün Irak ve Afganistan, Kosova'da ki ABD varlığı? Modern dünya tarihi ABD'nin " bölegedeki çıkarlarını kormak " adına yaptığı ve desteklerdiği kanlı saldırıların ve darbelerin tarihidir desek pekte yanışmış olmayız. Tanrı seni korusun Amerika!

23 Mart 2008 Pazar

İddianame #5

Sonuç olarak ve yukarıda ayrıntılarıyla açıklandığı üzere:

Adalet ve Kalkınma Partisinin iktidara gelişinin henüz birinci yılından itibaren çerçevesi Anayasa ve Yüksek Mahkeme kararlarıyla belirlenmiş laiklik ilkesinin Anayasadaki tanımının yeterli olmadığı söylemiyle tartışmaya açarak aşındırmaya çalışılması,
Laik devletin bütün inançlara eşit mesafede olması, ancak dünyevi ilişkilere ilişkin konularda devletin akıl ve bilimin ışığında ve dinden bağımsız olarak düzenleme yapma yetkisini görmezden gelerek “ulemaya danışma (…) af yetkisi maktulün mirasçılarına aittir” gibi söylemlerle dini hükümleri referans gösterme çabaları,
Din ve vicdan özgürlüğünü sınırsız ve kısıtlanamaz bir hak gibi topluma benimsetilmesi ve benimsetilen bu inanç üzerinden türbanın üniversitelerde serbest bırakılması ve bu serbestinin giderek tüm kamusal alana yaygınlaştırılması için partili milletvekillerinden, belediye başkanlarına kadar ortak bir söylem kullanılmaya başlanılması,
İmam hatip lisesi mezunlarına üniversiteye girişte uygulanan katsayı sistemi bir hak ihlali algısıyla sürekli eleştirilerek Tehvid-i Tedrisat Yasasına ve eşitlik ilkesine aykırı olarak Cumhuriyet öncesi gibi ikili bir öğretimin özendirilmesi ve bu okulları meslek okulu hüviyetinden çıkararak orta öğretimin asıl unsurları haline getirecek sosyal ve mali desteklerin sağlanması,
Eğitimin müfredat da dahil olmak üzere Milli Eğitim Temel Kanununa aykırı olarak dinselleştirilmesi,
12 yaşın altındaki çocukların Kuran kurslarına devamını engelleyen düzenlemelerin kaldırılmasına yönelik söylem ve çabaları,
Devlet kadrolarında siyasal İslamcı bir yapının oluşturulması, özellikle üst düzey atamalarda liyakat ve kariyer yerine dini inanç ve aidiyetin ölçüt olarak öne çıkarılması,
Halk sağlığı ve gençliğin korunması bahane edilerek, adeta şer’i nizam uygulanırcasına alkollü içki satış ve tüketim alanlarının daraltılması ve giderek yasaklanması,
Yurt içi ve yurt dışı her türlü resmi toplantı ve törenlerde laik bir Cumhuriyetin yöneticileri oldukları hiçe sayılarak, dinsel kimlik ve aidiyetlere vurgu yapılması, tanıtımlarda dini motiflerin öne çıkarılması,
Dini bayram ve günlerin ulusal bayramları gölgeleyecek bir tanıtım ve gösteriş içinde kutlanması, her türlü siyasi faaliyette din ve dince kutsal sayılan şeylerin tüm parti kademelerince istismar edilmesi,
Çoğulcu demokrasinin kuvvetler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü prensibine dayandığı ilkesini gözardı ederek ve parlamento çoğunluğunu kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez laiklik ilkesinin ortadan kaldırılmaya kalkışılması,
Bu eylemlerin davalı partinin genel başkanı, genel başkan yardımcıları, milletvekilleri ile teşkilatlarında ve ayrıca yerel yönetimlerde görev alan partililerin kararlı, ısrarlı ve süreklilik gösteren beyan ve fiilleri ile işlenmesi,
Davalı partinin, temel hak ve özgürlüklerin geçerli olduğu laik ve demokratik bir hukuk devletini değil, din kurallarının geçerli olduğu, referanslarını dinden alan bir toplumsal modeli gerçekleştirmeyi amaçladığını, bu tür eylemlerin partinin genel başkanından başlayarak her kademesince kararlılık ve yoğunlukla işlenmesi suretiyle laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiğini ortaya koymaktadır.

Davalı siyasi partinin yukarıda belirtilen beyan ve eylemlerinin bir kısmı dahi laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiğini göstermeye yeterli bulunmaktadır.

Kuşkusuz açıkça dini kuralların egemen kılınmasını, şeriatı hedefleyen bu beyan ve eylemler çoğulcu demokrasi içerisinde bile Anayasa’nın 14 ve İHAS’ın 17 nci maddeleri karşısında koruma göremez.

Anayasa koyucu, siyasi partilere çalışmalarında sınırsız bir özgürlük tanımamış ve ülke zararına olabilecek çalışmaların odağı haline gelme olasılığını öngörerek, bu gibi hallerde kapatılabileceklerini kabul etmiştir.
"Odak olma" kavramı, 2001 yılında 4709 SK ile Anayasanın 69. maddesinin 6. fıkrasına eklenen bir cümle ile hangi hallerde siyasi partilerin "odak" haline geleceği saptanmıştır.

Buna göre;" Bir siyasî partinin 68 inci maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli kapatılmasına, ancak, onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi halinde karar verilir. (Ek cümle: 3.10.2001-4709/25 md.) Bir siyasî parti, bu nitelikteki fiiller o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisindeki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılır."

Siyasi partilerin yasaklanmış eylemlerin odağı haline gelebilmesi için:

1- Anayasaya aykırı fiillerin bir partinin üyelerince “yoğun” bir şekilde işlenmesi ve bu durumun o partinin yetkili organlarınca zımnen veya açıkça benimsenmesi.

2- Anayasaya aykırı fiillerin doğrudan doğruya bir partinin yetkili organlarınca "kararlılık" içinde işlenmesi gerekmektedir.

Yukarıda ana başlıkları belirtilen eylemler gözetildiğinde:
Davalı partinin geçmişte üyesi veya yöneticisi oldukları “Milli Görüş” yanlısı partilerin savunduğu çok hukukluluk ilkesinden ayrılamadığı, kendi hukuklarını egemen kılmak için iddianamede belirtilen yargı kararlarına rağmen yüksek öğretim kurumlarında kılık ve kıyafetin serbest olduğu düzenlemesini Anayasa’da hüküm altına almak amacıyla TBMM’ne verilen yasa teklifi ile açıkça ortaya çıkmaktadır.

Kişilerin inançlarının veya giyimlerinin ölçü alınması, bazı kesimlere toplum ve Devlet içinde ayrıcalık tanımak olur ki; bu, eşitliği bozacağı gibi demokrasiye de aykırı düşer ve oluşturulan farklı kimliklerin önce ayrımcılık sonra da kaçınılmaz bir şekilde bölünme nedeni olması sonucunu doğurur.

Davalı partinin;

Belirtilen eylemleri ve özellikle Anayasa ile Yüksek Öğretim Kanunu’nda değişiklik içeren tekliflerinin, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel ilkelerini değiştirecek zemini oluşturmak niyetini ortaya koyduğu,
Laik sistemlerde dini simgelerin siyasi amaçla kullanılamayacağını gözardı ettiği,
Laik Cumhuriyet’i yeni bir yaşam ve Devlet düzenine dönüştürme kararlılığı içinde olduğu, toplumu dindar olanlar – olmayanlar diye ikiye ayırmaya başladığı,
Ülkenin laik hukuk yapısını aşamalı olarak yeniden biçimlendirip yönlendirmeye çalıştığı,
Rejimin ve Cumhuriyet’in geleceğini tartışmaya açtığı,
Belirlenmiştir.

Laik demokratik hukuk devletinin egemen olduğu rejimlerde; yargıya, “bireyi ve demokrasiyi”, sistemin sınırları dışına çıkan siyasal partilerin/iktidarların eylemlerine karşı koruma görevi de verilmiştir.

Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez bir hükmü olan laik ilkesi zedeleniyorsa Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının rejimi koruma yetki ve görevi başlayacaktır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının temel görevi; Cumhuriyet’i, ilkelerini ve kazanımlarını korumaktır.

Davalı partiyi laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline getiren yukarıda açıklanan fiiller ve beyanlar, siyasi partinin Anayasanın 68/4. maddesi delaletiyle 69/6. maddesi gereğince kapatılmasını gerektirmektedir.

İddianame #4

3- İç Hukuk ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Siyasi Parti Kapatma Davalarında Esas Aldığı Ölçütler de Nazara Alınarak Eylemlerin Değerlendirilmesi:

Laiklik gerek Anayasa Mahkemesi, gerekse İHAM’ne göre, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin değişmez ve temel ilkelerinden birisi olup; hukuk ve insan haklarına verilen önem ile aynı karede yer almaktadır. Bu ilkeye saygı duymayan hiçbir hareket kabul edilemez ve koruma göremez(RP/Türkiye Daire Kararı, Kalaç/Türkiye kararı)
Batıda laisizm ruhban sınıfına karşı halkı korumak, ruhban sınıfının iktidarına son vermek için geliştirilmiş bir ilkedir. Yüzlerce yıl süren mücadeleler ve deneyimlerden sonra tartışma konusu olmaktan çıkarılıp genel bir kabul gördüğünden, bazı batı anayasalarında laikliğe ağırlıkla yer verilmesine gerek bile duyulmamıştır. Türkiye, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan milletler arasında laiklik ilkesini Anayasasına alan ilk Cumhuriyet olduğundan, laiklik Türkiye Cumhuriyetinin esasını oluşturmakla, diğer devrimler de bu ilkeler üzerine yapılandırılmış olup, ilk ve yeni olan bu ilkenin daha çok korunması gerekmekle Türkiye’deki laisizm, batıdakinden farklı ve yaşamsal bir yapıya sahip bulunduğundan, toplumca içselleştirildiğinden Türkiye’nin bu tehdit ve tehlikeler karşısında gerekli koruma önlemlerini alma hakkı bulunmaktadır. Bu noktada davalı partinin dinsel simgelere getirilen yasağın sadece Türkiye ile sınırlı olduğuna ilişkin iddiası yanıltıcıdır. Batıda da her devlet kendi toplumunun kamu düzeninin gereklerine göre tedbirler almak ve uygulamak durumundadır. Nitekim Avrupa’da en fazla Müslüman nüfus barındıran devletlerden Fransa’da türbanı okullarda ve kamusal alanda yasaklamıştır. Almanya’da bazı eyaletlerde yasaklanmış, diğer bazı eyaletlerde de yasaklanması tartışılmaktadır. İsviçre ve Belçika’da da benzer yasaklar vardır ve en son İspanya ve Hollanda’da türbanın belli alanlarda yasaklanmasına karar verilmiştir.
Siyasal İslam, yalnızca kişi ile tanrı arasındaki alanla sınırlı kalmayıp, devlet ve toplum düzenini de kapsamına alma iddiasında olmakla, totaliterdir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyetinde siyasal İslam’ı esas alan partilerin Avrupa’daki Hıristiyan demokrat partilerle benzerliği söz konusu değildir.
Türkiye’de siyasal İslamcı akımların ve aynı esasa dayalı politikalarıyla davalı siyasi partinin nihai amaçlarının hukuk devleti yerine, dini esaslara dayalı bir devlet sistemi kurmak (şeriat) olduğu görülmüştür. Bu amaca ulaşıncaya kadar “takiyye” yöntemini kullanacakları kendi ifadeleriyle açıklanmaktadır. Tabanlarından gelen baskı karşısında sabır ve itidal tavsiyeleri bunun işaretidir. Oysa şeriat düzeni Anayasa, İHAS ve buna bağlı olarak Avrupa kamu düzeni ile hiçbir biçimde bağdaşmamaktadır.
Bu yolda siyasal İslam'ın ya da Türkiye’ye giydirilmek istenen “ılımlı İslam” modelinin bir şeriat devletine dönüşmesi ve gerekirse bu yolda İslami terörün de kullanılması uzak bir olasılık değildir. Nitekim yakın tarihte bölgemizde geçiş dönemi örneği olarak, sıkça öne çıkarılan kimi devletlerin daha sonra kaçınılmaz biçimde radikal bir değişikliğe uğrayarak köktendinci bir rejime dönüştüğü görülmüştür.
Şeriat, Müslümanların kendi aralarındaki ve diğer dinlere mensup olanlarla arasındaki ilişkilere uygulanan bir hukuk sistemidir (RP/Türkiye Kararı). İslam’ın düzenleyici kuralları çok hukukluğu (ceza hukuku, devletler hukuku, aile hukuku, miras hukuku alanlarını) kapsadığı gibi; insanın sosyal yaşamının (kişinin giyinmesi, evlenmesi, boşanması, karşı cinsle her türlü beşeri ilişkisi) şeklini de belirler. Diğer bir anlatımla, dünyevi ilişkilerde de belirleyici olması şeriata göre bir zorunluluktur. Sonuçta statik kurallar bütünü şeriat total bir sistemdir. Özü itibarıyla da baskıcıdır ve demokrasi, insan hakları düşüncesiyle bağdaşmaz.
Anayasamız ile partiler siyasal yaşamın vazgeçilmez bir unsuru olarak kabul edilmiş ise de, siyasi partiler için Anayasa’ya sadakat yükümlülüğü de öngörülmüştür. Bu bağlamda Anayasa’daki özgürlükçü demokratik düzenin temeli olan laiklik ilkesine bağlı olmayan diğer bir anlatımla anti-laik partiler yasaklanmış ve bu konuda kapatma yaptırımı benimsenmiştir. Bu yasaklama ve yaptırım, laik rejim için olası tehlikeler gözetildiğinde Almanya ve Avusturya’da Nazi Partisinin, İtalya’da Faşist Partinin yasaklanması kadar yasal ve hukuka uygundur.
Cumhuriyet öncesi dönemde İslami teokratik rejim tarafından diğer inanç topluluklarının toplumsal yaşamlarını düzenlemek için, şeriat hukuku çerçevesinde çok hukuklu bir sistem uygulanmıştır (RP/Türkiye Kararı). Davalı parti ileri gelenlerinin gerek siyasal alandaki söylemlerinde, gerekse eğitim ve öğretim programlarındaki uygulamalarında, Cumhuriyet öncesi döneme sıklıkla vurgu yapmaları; o döneme ait uygulamaların ve şeriata özgü çok hukukluluğun üstü kapalı olarak canlı tutulması ve yerleştirilmeye çalışılmasıdır.
Çok hukukluluğu ve İslami yönden sınırsız özgürlüğü savunmak, İslam’a yönelik pozitif ayrımcılıktır. Bu suretle devlet ve laik hukuk dışlanmaktadır. Sonuçta bu doğrultuda atılan adımlar yoğunlaştıkça İslami düzen ortaya çıkmakta ve laiklik de ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.
Bu bağlamda dinsel bir simge olan türbanın yükseköğretimde ve giderek tüm alanlarda serbestçe takılmasına yönelik politikalar, imam hatip okullarının sayısının arttırılması ve katsayı sisteminin kaldırılması gibi uygulamalar genel nüfusun ağırlıklı inanç yapısı gözetildiğinde İslam için bir pozitif ayrımcılıktır.
Laik devlet, yapısı ve değerleriyle dini hüküm ve kurallara bağımlı olmayan, bilimin esaslarına uygun ve din kurallarından bağımsız olarak her türlü düzenlemeyi yapabilen, din kurallarının yasa koyucuyu sınırlayamadığı devlettir. Bireyler de laik devletin koyduğu kuralların din kurallarına aykırı olduğunu ileri sürerek bu kurallar nedeniyle eğitim ve öğrenim haklarının engellendiğini ileri süremezler. Çünkü laik devlet fertlerin toplumsal yaşamdaki işlerini ilgilendiren konularda din kurallarıyla bağlı olmaksızın kamu düzeni ve yararını gözeterek serbestçe düzenleme yapabilir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının başlangıç dâhil birçok maddesinde yer alan laikliği başka bir biçimde anlama ve yorumlamanın imkanı yoktur. Oysa başta davalı partinin genel başkanı ve bir dönem TBMM Başkanlığı da yapmış olan Bülent Arınç ve diğer parti ileri gelenlerinin “anayasada laikliğin bir tanımının bulunmadığını,(…) Türkiye’deki laiklik uygulamasının Fransız laiklik anlayışına yakın olduğunu, oysa anglo sakson bir laiklik anlayışının Türkiye’nin laiklikle ilgili sorunlarını çözeceğini,(…) insanların laik olamayacağını, ancak devletin laik olabileceğini, kendilerinin dini inançları nedeniyle laik olmadıklarını”, sıklıkla tekrarlamaktadırlar.(Ek.14) Burada dini inancı olanların laik olamayacaklarını vurgulamaktaki asıl amaç, laiklik ilkesini hukuksal yerinden uzaklaştırarak, inançsızlık- inanca dayalı bir ayrımcılık oluşturmaktır.
Ayrıca lâikliğin yanlış tanımlandığı iddiası, resmî daire ve üniversitelerde uygulanan türban ve başörtüsü yasağını hak ve özgürlüklerin kullanılmasını engelleyen, zulüm ve zorbalık olarak gösterilmesi, kamu düzenini bozacak nitelikte görülmüştür. Başbakanın ve davalı Partinin diğer üyelerinin bu ve benzeri söylemlerle dinsel konularda kişiler için sınırsız bir alan yaratmak ve bu ayrımcı yaklaşımla dinlere (sayısal çoğunluk gözetildiğinde İslam’a) serbest bir ortam sağlamak amacını taşımaktadır. Kişilerin dinsel konularda (ki İslam’ın dünyevi ve uhrevi tüm alanları kapsadığı gözetildiğinde) tam bir serbesti içinde olmaları demek, kişilere uygulanacak kuralların, benimsedikleri din ekseninde belirlenmesi anlamındadır. Bu ise kişiler yönünden laik devletin kurallarını dışlayıcıdır ve dini (İslam’ı), tartışmasız olarak kişilerin uhrevi değil tüm dünyevi ilişkilerinde de tek belirleyici unsur olarak kabul etmek anlamındadır.

22 Mart 2008 Cumartesi

İlhan Selçuk



Ziver bey köşkünde 12 mart işkencelerine uğrayan bir insanın bugünlerde askeri - laik elitin kalemi olması belki şaşırtıcı değildir. Her defasında darbenin işkencelerinden geçmiş bir aydın olarak darbe savunuculuğu yapmak çelişkisine düşmek belki kabul edilebilir bir durumdur. Çünkü yanımız yöremiz aynı düşünceyi savunan emekli asker ve öğretmenler ile dolu. Denize düşen yılana sarılır diyorlardı. Fakat seçimlerden önce Mhp'ye oy verin demek neyin nesiydi? bu kadar mı şaşırmıştı. Akp karşısında ki herhangi bir güce destek olmak anlamında bir politika izlenebilirdi ama ırkıçı ve faşist bir parti nasıl işaret edilebilirdi bir eski solcu tarafından? Bu ülkede yaşayan ilerici ve aydınlara yapılmadık kötülüğü bırakmayan, 6. filoyu taşlayanlara arkadan saldıran, üniversitelerde devrimci gençlere yönelik saldırıların odağı haline gelimiş bir partiye oy verilmesini nasıl önerebilir bir eski 'solcu'? Fakat o kadar büyük bir yanılgı içine düştüğünü seçim sonuçları açıklandıktan hemen sonra Devlet Bahçeli'nin cumhurbaşkanı oylaması için meclise gireceğiz açıklamasıyla anladı ve hatta sonraki süreçte türban değişikliğine evet diyen Mhp'yine onun destek verilmesini işaret ettiği Mhp'ydi. Ben veya her hangi bir vatandaş bu yanılgıya düşebilridi fakat İlhan Selçuk gibi duayen bir gazeteci bu yanlışı nasıl yapmıştı? Bu söylemlerinden sonra zaten karizmasını yerle bir etmişti Selçuk ve bugün adı Ergenekon davasıyla beraber anılmakta. Bunu bir yıldırma kampanyası olması ve Selçuk'un bütün olan bitenle hiç bir alakası olmaması kuvvetle muhtemel bir durumdur fakat İlhan Selçuk'un Mhp güzellemesi hala hafızalarımızda olduğu için zihinlerde hep bir " ulan yoksa..."" Emin olabileceğimiz bir şey varsa İlhan Selçuk artık kamu oyunun gözünde bundan 40 yıl önceki İlhan Selçuk değildir.

21 Mart 2008 Cuma

Doğan Özgüden & İnci Tuğsavul



Dogan Özgüden bir demiryolu emekçisinin oglu olarak 1936'da Kalecik'in Irmak istasyonu'nda dogdu. Ilk ve orta ögrenimini Türkiye'nin çesitli köy ve sehirlerinde yapti. Yüksek iktisat ögrenimi (YETO) yaparken 1952 yilinda gazetecilige Ege Günesi Gazetesi'nde basladi.

Öncü ve Milliyet gazetelerinde temsilcilik, Sabah Postasi ve Gece Postasi gazetelerinde yazi isleri müdürlügü görevlerinde bulunduktan sonra zamaninin en büyük sol günlük gazetesi olan Aksam'da genel yayin müdürlügü yapti (1964-66).

Sol harekete genç yasta katilan Özgüden, 1962'den sonra Türkiye Isci Partisi (TIP) saflarinda mücadele verdi ve 1964 yilinda bu partinin Merkez Yürütme Kurulu'na seçildi.

Inci Özgüden-Tugsavul 1940'da Ankara'da dogdu. Gazetecilige, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde yüksek ögrenimini sürdürürken 1961 yilinda Ankara'da Hür Vatan Gazetesi ve Kim Dergisi'nde basladi. Daha sonra Hareket (1962-63) ve Aksam (1963-66) gazetelerinde çalisti.

1962'de Ankara Gazeteciler Sendikasi, 1963'te Istanbul Gazeteciler Cemiyeti tarafindan "Yilin Gazetecisi" ödülüne layik görüldü.

Özgüden'ler, 1967'den sonra sosyalist haftalik dergi Ant'i ve Ant Yayinlari'ni kurarak 1971'de sikiyönetim tarafindan kapatilincaya kadar yönettiler. Yazdiklari ve yayinladiklari yazilardan dolayi haklarinda 50'den fazla dava açildi. 300 yili askin hapis cezasi talebiyle tehdit edildiklerinden 1971 askeri darbesinden sonra Türkiye'den ayrildilar.

Avrupa'da diger muhalif sürgünlerle birlikte Demokrati Direnis Hareketi'ni kurarak Cunta rejimine karsi kampanya yürüttüler.

1974'ten beri Brüksel su kurumlari yönetiyorlar:

Cesitli dillerde Türkiye üzerine yayin yapan Info-Türk Ajansi (http://www.info-turk.be)
INFO-TURK

Cok uluslu göçmen egitim merkezi Günes Atölyeleri (http://www.ateliersdusoleil.be)


1980 darbesinden sonra Özgüden ve Tugsavul, askeri cuntaya karsi hariçte mücadele yürütmek üzere Avrupa'da kurulan Demokrasi Için Birlik (DIB)'in genel baskanligi ve yayin yönetmenligi görevlerini üstlendiler.

Cunta'ya karsi yürüttükleri muhalefetten dolayi 200'e yakin rejim karsitiyla birlikte 1982 yilinda Türk vatandasligindan çikartildilar. Bu karar on yil sonra iptal edildiyse de, Disisleri Bakanligi kendilerine, Türkiye'ye döndükleri takdirde daha önce Avrupa Insan Haklari Mahkemesi'ne bildirilen agir suçlamalardan dolayi tutuklanmayacaklari ve yargilanmayacaklari konusunda herhangi bir yazili güvence vermeyi reddetti.

Aksine, 1971 darbesi'nden otuz yil sonra, cuntaci generalleri elestiren bir yazisindan dolayi Dogan Özgüden hakkinda yeni bir dava açildi ve mahkeme kendisinin Türkiye'ye girer girmez tutuklanmasi için sinir kapilarina bildirimde bulundu. Daha sonra TCY'nin 301. Maddesine göre sürdürülen dâva, Özgüden'in Türkiye'ye girisinde tutuklanarak mahkemeye sevkedilmesine kadar askiya alindi.

Dogan Özgüden Türkiye'de Gazeteciler Sendikasi, Gazeteciler Cemiyeti, Basin Seref Divani ve Basin Ilan Kurumu yönetim kurullarinda, Türkiye Isçi Partisi Merkez Komitesi'nde bulundu. Halen Belçika Gazeteciler Cemiyeti, Belçika Insan Haklari Dernegi, Brüksel Kültürler Arasi Etkinlikler Merkezi (CBAI) ve Irkçilik ve Yabanci Düsmanligiyla Mücdale Hareketi (MRAX) üyesi.

Türkiye'de yayinlanmis kitaplari: Fasizm (1965) , Kapitalizm (1966); Avrupa'da da Ingilizce, Fransizca ve Hollandaca olarak yayinlanmis baslica kitaplari: Türkiye Dosyasi (1972), Iskencede Türkiye (1973), Türkiye, Fasizm ve Direnis (1973), Uluslararasi Sendika Hareketi (1979), Türkiyeli Göçmen Isçiler (1983), Türkiye'de Militarist "Demokrasi" üzerine Kara Kitap (1986), Türkiye'de Islam Köktendinciligi (1987), Türkiye'de Asiri Sag Hareket (1988).

Ankara Gazeteciler Cemiyeti ve Ankara Gazeteciler Sendikasi'nin eski üyesi olan Inci Özgüden-Tugsavul ise halen Belçika'da Uluslararasi Basin Cemiyeti (API)'nin üyesi. Istanbul'da 1965'te yayinlanmis Müzik Rehberi ve Brüksel'de 1991'de yayinlanmis Türk Kadini isimli çalismalari bulunuyor.

20 Mart 2008 Perşembe

Savaşa hayır mı?

Kraldan çok kralcı...



Resimde hiç polis görebiliyor musunuz? Beyaz sarayın önünde, bu amcamız diğer göstericiler ile beraber savaş karşıtı bir protesto gösterisi yapıyor. Ortadaki savaş aslında bir işgal, ABD'nin sırf ortadoğu petrollerine çökebilmek için, tırt sebepler ile Irak'ı ve Afganistan'ı işgal etmesinden bahsediyoruz. İşgal eden ülke ABD, işgal edilen ülke Irak, gösterinin yeri Beyaz Saray'ın önü. Görüntüde hiç bir cop, biber gazı, plastik mermi, tekme, tokat ve dayak unsuruna rastlamıyoruz. Protestocu abimiz gelip rahat rahat beyaz Saray'ın önünde Bush'a gider yapıyor ve kendi öz ülkesinin bu tasarrufu karşısında muhalif bir duruş sergiliyor.

Şimdi Türkiye'den bir haber:
ABANT İzzet Baysal Üniversitesi’nde (AİBÜ), Yurtsever Cephe üyesi bir grup öğrencinin rektörlükten izin almadan Irak’ın işgalinin 5’nci yılı nedeniyle açıklama yapmak istemesi üzerine, özel güvenlikçiler tekme tokat öğrencilere saldırdı. Özel güvenlik görevlileri yere yatırdıkları öğrencileri dövdü. Olaylara müdahale eden jandarma, öğrencilerin kendilerine saldırması üzerine cop ve tüfek dipçikleri ile müdahalede bulundu
.


İşte buna kraldan çok kralcılık diyoruz. Irak'ta yanı başımızda, alçakça, vahşice bir işgal devam ediyor, hergün masum insanlar katlediliyor ve buna karşı komşu ülkede yaşanan bu durumu protesto ediyor öğrenciler. Ve ÖGB dediğimiz garabetler ile şanlı Türk Ordusunun jandarmaları öğrencilere veriyor sopayı. Suçları ABD'nin komşumuz Irak'ı işgal etmesini protesto etmeleri. ABD'de bile savaş karşıtları bu muameleyi görmezken aslan güvenlik güçlerimiz bu anarşik-kominiklere cezesını veriyor. ABD kendi vatandaşlarına, ( yani bu savaş sayesinde refah içinde yaşayan ABD vatandaşları ) böyle müdahale etmezken, bizim devletimiz ( yani ABD'nin dünya üzerindeki bu askeri ve ekonomik hegomanyası altında sömrülen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olan Jandarma ve ÖGB ) ABD protstolarına böyle tepki verebiliyor.

Şaşırmamak lazım aslında, bizim devletimiz ABD'nin çıkarlarını ABD'den daha iyi savunmuştur her daim. Hele o vatanı koruyan, o zorlu, o çetin görevi onuruyla yerine getiren güvenlik güçlerimiz başlarına çuval geçirilirken çıt edemezler ama gelin görün ki böyle silahsız, korumasız, güçsüz bölücüleri yakaladıklarında kafalarında copu un ederler.

Peki bu halka bu dayağı atanlar, ( meydanlara dökülen işçiyi, memuru, öğrenciyi dayaktan geberten Emniyet güçlerimiz de dahil bu dayakçılara ), daha fazlasını değil, sadece barış, adalet ve ekmek isteyen halk kitlelerine bu dayağı reva görenler ABD'nin nesi? Hayranı mı, vatandaşı mı, yoksa bölgedeki jandarması mı? Neden ABD'yi bu kadar hararetle savunma ihtiyacı duyarlar? ABD kendini böyle savumazken bunlar ne için kendilerini böyle paralarlar kendi vatandaşlarını paralamak için? İşbirlikçi diye itham edersek kendilerini kızarlar bize, davalar açarlar,döverler, işkencelerden geçirirler belki göz altında bir metrelik kalorifer borularında intahar etmemizin şahidi olurlar. Doğrudur tek tek hepsine sorduğumuzda belki hemen hepsi en az bizim kadar nefret eder ABD'den ve onun kanlı şavaş ve sömürge politikalarından. Fakat bu dayağı bize niye atarlar?

Cevabı basit; çünkü bölücüler bunu hak eder ancak. Onlara öğretilen şey bu eylemleri yapan komünistlerin, bozguncu ve bölücü olduklardır. Yapılan bütün eylemler hikayedir onların gözünde, tek bir amacı vardır bu eylemci komünistlerin " bölcülük " . Dinsizliklerini de hiç saymıyorum ha... Onun için değil dayağı her türlü kötülüğü hak etmiştir bu gizli gündemi ülkeyi bölemek olan bu bozguncular. Bravo kahraman Türk Polisi, çok yaşa sen şanlı Türk Ordusu, sizde bu formunuzu kaybetmeyin cesur Özel Güvenlikçiler. Siz böyle korumasaydınız vatanı bu bölücülerden ne olurdu hali bu ülkenin?

19 Mart 2008 Çarşamba

İddianame #3

Birde başsavcının gerekçelerinden bir şeyler aktaralım:

Eylemlerdeki “yöntemin” hukuksal yönden irdelenmesi:

Davalı partinin din ve dince kutsal sayılan şeyleri istismar ederek, ancak “mutabakat süreçleri” olarak adlandırdıkları yöntemle toplumun İslami bir yapıya doğru evrimleşmesini sağladıktan sonra şeriatı egemen kılacakları gerçeğinden hareketle ve şeriatın tüm toplumu İslami bir düzene kavuşturmayı esas alan ‘cihat’ boyutu ile davalı partinin halen iktidar partisi olması gözetildiğinde; laik rejimi değiştirmek noktasında maddi güç kullanması ve bu tehlikenin uzak olmadığı bir gerçektir. Nitekim Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayip Erdoğan ve diğer partililerin demokrasiyi çoğulcu değil, “çoğunlukçu” olarak algıladıklarını gösteren eylem ve demeçleri olası bir “çoğunluk diktasının” açık işaretleridir.

Davalı siyasi partinin ortaya konulan eylemlerinin laik bir hukuk düzeniyle bağdaşmadığı yukarıda açıklanmıştır.
Laik hukuk düzeniyle bağdaşmayan eylemlerin odağı durumuna gelen siyasi parti için, kapatma yaptırımı dışında ara çözüm ve yaptırımların uygulanabilmesi; gerek eylemlerdeki yoğunluğun ulaştığı boyut, gerekse iktidarı çoğunluk olarak elde etmeleri karşısında, ortaya çıkan somut ve açık tehlike, gerekse mevzuat gözetildiğinde, söz konusu olamaz.

Davalı siyasi parti, demokratik düzende faaliyette bulunarak, Anayasa ve SPY’ye aykırı olarak, demokrasi ötesi bir sisteme ulaşmaya ve bu sistemi gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, demokratik sistemin sağladığı serbestilerden hareket ederek amacına ulaşmaya çalışması, gerek Anayasa’nın 14 ncü maddesi, gerekse İHAS’ın 17 nci ile BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 5 nci maddesi gözetildiğinde koruma göremez.

Davalı siyasi parti, bu eylemlerini gerçekleştirirken, çoğunluk iktidarına sahip olmanın avantajlarını da kullanmaktadır. Öncelikle yaratılan kadrolaşma boyutuyla, kamuda laik hukuk düzeninin gereklerini yerine getirenler sindirilmekte ve baskı uygulanmaktadır. Mevcut kadrolaşmayla, yukarıdan aşağıya doğru bir yapılanmaya adım atılmaktadır. (Ek. 164, 174)

Laikliğe aykırı bir sistemi, öncelikle toplumsal, sonrasında hukuksal modelle gerçekleştirmek söz konusu olduğuna göre, “amaç sistemin” içeriğinin irdelenmesi gerekmektedir.

Amaçlanan şer’i sistem ve son noktada şeriat, kuşkusuz cihadı da içinde barındırmaktadır. Demokratik bir sistem, Nazi Almanya’sı örneğinde olduğu gibi demokratik yolları kullanarak iktidarı ele geçirip demokrasiyi ortadan kaldırılabileceği gibi, demokratik olmayan yöntemlerle de ortadan kaldırılabilir. Davalı partinin amaçladığı rejimi demokratik yollardan gerçekleştirememesi durumunda, şeriatın gereği olan cihadın devreye girmesi söz konusu olabilecektir. Dolayısıyla gerektiğinde cihada, yani şiddete başvurulması olasıdır.

Bir iktidar partisinin, iktidar olanaklarından hareketle hukuksal yollardan ya da cihat yoluyla amacına her zaman ulaşması olanaklıdır. Ülkemizde şeri sistem, ancak bir devrimle tasfiye edilmiştir. Bu devrim öncesinin şeriat uygulamalarından günümüze miras kalan kültür ve o kültürün yeşerdiği dinsel iklim gözetildiğinde ilk etapta şiddete başvurmadan bile ciddi bir şeriat yanlısı taraftar kitlesi bulmak mümkündür. Çünkü din istismarı yoluyla kolayca harekete geçirilebilecek bir tabanın her zaman mevcut olduğu yakın tarihsel deneyimlerle kanıtlanmıştır. Bu nedenle, egemen olan dinsel inancın (şeriatının) içeriği ve tarihsel deneyimler gözetildiğinde laiklik ilkesinin korunması anlamında Türkiye’nin daha hassas davranması zorunluluğu doğmakta ve bu durum ülkemizin takdir hakkını genişletmektedir.

Eylemleriyle ve özellikle laiklik ilkesini dolaylı yoldan bertaraf edecek Anayasa’nın 10’ncu ve 42’nci maddelerinin değiştirilmesi, Yüksek Öğretim Yasasının Ek 17’nci maddesinde düşünülen değişiklik ile İslami modeli gerçekleştirmeyi açıkça ortaya koyan siyasi partinin kapatılmasının zorlayıcı sosyal gereksinim ve demokratik toplum gereklerine aykırı, soyut, uzak ve gerçekleşemez olduğu ileri sürülemez. Çünkü iktidar olanaklarını kullanan bir siyasi parti için, bu konuların somutlaşması demek, zaten demokratik sistemin ortadan kaldırılmasıyla eş anlamlıdır. Dolayısıyla, şeriatın yani şiddetin somutlaşması durumunda, ortada kendini korumaya çalışacak bir demokratik sistem de söz konusu olmayacaktır.

Dini esaslara dayanan bir devlet sistemi kurmaya (Şeriata) aşama aşama geçilmesi karşısında, iktidar açıkça şiddete başvurmadığı, bu nedenle kapatılmasının söz konusu olamayacağı ileri sürülemez. RP/Türkiye kararı da bu konuya işaret etmektedir. Kaldı ki, davalı siyasi partinin, hoşgörünün olmadığı ve ayrımcılığın ön planda tutulduğu bir sistemi hedeflediği ve bu doğrultuda eylemlerde bulunduğu açıktır. Zaten iktidar olmanın avantajları ile ve demokratik yöntemi kullanarak hedefe ulaşma olanağı elde edilmişse, bu aşamada şiddet kullanmanın gereksizliği de ortadadır. Kapatma yaptırımı, son aşamada şiddet ve şiddet çağrısını amaçlayan bir modeli engellemeye yönelik olması nedeniyle hukuka uygundur.

Kaldı ki davalı partinin sahip olduğu iktidar olma çerçevesinde amaçladığı yasa dışı siyasi modele yönelik eylemleri karşısında, iktidar gücünden çekinen ve sessiz kalan büyük bir kitle de söz konusudur. Bu durum bile davalı partinin hedefine ulaşmasını kolaylaştırmaktadır.

İddianame #2



2007 yılı Ocak ayında Eskişehir ilinde imam hatip liseleri arasında yapılan “Hafızlık, Kuran-ı Kerim’i Güzel Okuma ve Ezan Okuma” etkinliğine katılan Eskişehir Milletvekili Fahri Keskin’in, imam hatip mezunlarının valilik, kaymakamlık gibi görevlere gelmesi ile yolsuzlukların önünün kesileceğini, imam hatiple ilgili verdikleri sözleri unutmadıklarını, yeri ve zamanı geldiğinde yerine getireceklerini, bir takım mecburiyetlerden dolayı geciktiklerini, bu okullara karşı olanların İslamdan ve milli duygulardan uzaklaştırılmış bir nesil elde etmek amacıyla mücadele verdiklerini, inşallah bu milletin sahiplerinin onlara pabuç bırakmayacağını söylediği...

Adalet ve Kalkınma Partisi Mardin Milletvekili Nihat Eri’nin TBMM Dışişleri Komisyonu toplantısında 2003 yılı Aralık ayında yaptığı konuşmada din eğitiminin yeterince verilmemesinden yakınarak “Böyle olunca da gençler illegal örgütlerin eline düşüyor. Tehvid-i Tedrisat Kanunu getirildi tekkeler kaldırıldı, ama tekkelerde verilen bilgi, mevcut düzenleme ile verilemiyor. Bu yüzden insanlar yanlış yerlere, hatta örgütlere yöneliyorlar,” dediği...

Yozgat Milletvekili Mehmet Çiçek’in 2006 yılı Şubat ayında Star Tv’de katıldığı bir programda Danıştay 2. Dairesi’nin Aytaç Kılınç’a ilişkin 26.10.2005 gün ve 2004/4051-2005/3366 sayılı kararı ile ilgili olarak; “Mahkemenin vermiş olduğu bu kararla Avrupa'da yaşadığımız yanlışlığı Türkiye'de yaşayabiliriz. Türkiye toplumu Allah'la kanun arasına, Allah'ın emriyle kanunun emri arasına sıkıştırılmamalıdır.”…”Kamu alanı ne demek? İslam, dini hayatın her safhasında yaşanmayı emreden bir dindir. Affedersiniz insanların tuvalette nasıl davranacakları belirtilmiştir, kurallaştırılmıştır. O zaman bir hâkim karar vermeden önce Kuran'daki bu ayete bakacak, bu ayeti insan nerede uygular, nerede uygulamaz”...”Dini konu olduğu için bakmalı. Dini bir konuysa, hâkim elbet, "Acaba ben bu kararı verirsem sonuç ne getirir" diye bakmalı(…) Ahlaki bir konuysa ahlaki değerlerimize bakmalı. Kimi başörtüsü diyor, kimi türban diyor, kimi sıkmabaş diyor, kimi soğanbaş diyor, sarımsakbaş diyor. Bu kadar gülünç hale geldi bu iş. Artık bir hâkim "bu konuda gerçekten din ne diyor...' Dinin dediği yer de Kuran'dır, şahıslar değildir.”…”Türkiye demokratik, laik bir ülkedir. Diyanet İşleri Başkanlığı anayasal bir kuruluştur. Başörtüsü ile ilgili karar verme, neyin dini, neyin dini olmadığına karar verme görevi Diyanet'e aittir.”…”Şimdi yarın bir başka mahkeme de, "5 vakit namazı 1 vakte indirdik, cuma namazlarını kaldırdık" dese. Böyle şey olur mu?” şeklinde beyanda bulunduğu...

AKP Konya Milletvekili Hüsnü Tuna’nın Konya Gazeteciler Cemiyetini ziyareti sırasında; “…Üniversitelerde kılık kıyafet serbest olursa, kamu hizmetinde yasak devam eder mi? İnşallah hedefimiz kamu hizmetlerinde de, yani kamu hizmeti veren personellerde de böyle bir yasağın olmamasıdır. Bu utanç verici bir şey diye düşünüyorum ben. Ama bunun yeri 42 nci madde değil. Çünkü 42 nci madde eğitim hakkıyla ilgili madde olduğu için. Orada çalışma hakkını düzenleyemiyoruz. Zamanı gelince inşallah o çerçevede düzenlemelerde gündeme gelecektir….” dediği...

18 Mart 2008 Salı

Sabahın bir sahibi var...



Son postlara bakınca mücadeleyi AKP'ye karşı ve dolayısıyla Tayyip Erdoğan'a kadar indirmiş gibi göründük, fakat biz kimin mücadelesinin derman olduğunu unutmadık bir çoğu gibi...

İçimden geldiği gibi..



Blog olayında esas insanın içinden geldiği gibi yazabilmesidir. Evet şimdi uydurdum bunu ve kabullendim hemen. Çünkü içimde kalan ve söyleyemediğim bir kaç şeyi hiç bir kaygı duymadan yazmak istiyorum. Özellikle inandığım bir çok şeyle çeliştiğimi düşünebilirsiniz, olsun ne düşündüğünüz umrumda bile değil.

Kapatma davası tantanası altında sosyal güvenlik yasa tasarısı güme gitti, benim aklıma pazartesi meclisten geçebileceği bile gelmedi değil fakat süreç farklı işliyor. Bir yandan AKP'nin kapatma davasına "oh olsun" diyorum çünkü takkiyeyi şimdiye kadar bu ülkede kimseye bırakmayan "siyasal islamcı" kesim yine bindi bu ata. DTP'ye karşı açılan kapatma davasına ön ayak olurken, hatta hedef gösterirken şimdi kendisi aynı davayla karşılaşınca demokrasilerden demokrasi beğenemiyor AKP. Bu ülkde yıllardır emekçi ve emek mücadelesi içinde yer alan bütün kesimlerin başında boza pişirirken demokrasiden haber vermeyen AB yine o bildik söylemi takındı, "gelişmeleri kaygıyla izliyorlarmış", aman ne üzüldüm. Sizin demokrasi dediğiniz şey sadece burjuva demokrasisi olduğu için algıda seçicisiniz değil mi? Bu vesileyle sevgili medyamızında ( powered by Aydın Doğan ) kapatma davalarına ne kadar karşı ve demokrasiye ne kadar sevdalı olduğunu da öğrenmiş olduk. Yine DTP davasında sus-pus olan liberaller ve başka eller bu sefer sarıldı kalemlerine ver yansın ettiler bu anti demokratik davaya. Sizin demokrasiniz de bir accaip, garibana ve ezilene gelince tıs yok, ama iktidara zeval glemesin diye bağıran çok. Bu anayasa yıllardır ortadaydı, ( Submitted by Aldıkaçtı to Kenan Evren, 1982 ) kapatma davalarıyla, "ama" larıyla bir Cunta anayassıydı herşeyiyle. Hiç birinizden "bu anayasayı değiştirelim" feryatlarını şimdiki volum seviyesinde duymamıştım. Ne oldu şimdi bir savcı sadece yasayı uygulayınca? Yazılan geldi başımıza sadece, daha öncede olduğu gibi.

Demokrasi ne güzel birşey değil mi? İşine geldiği zaman sarıl, işine gelmediği zaman at kenara ama adına "demokrat" densin. Son dönemle beraber ağzı ile aklı arasındaki bağlantıyı kaybeden başbakanımız, aklı selim zamanlarından önce yani eski gömleğiyle gezerken "demokrasinin bir amaç değil bir araç" olduğunu söylememişmiydi zaten. Velev ki söyledim diye çıksaya yine piyasaya, neden korkuyor? Bütün icraatları ve tutumlarıyla zaten demokrasi kültüründen ve çoğulculuktan hiç haz etmediğini gördüğümüz bu AKP mantığı işte burada tıkanıyor. Tıkansın ne olur? Demokrasiyi kömür dağıtmaya, özgürlüğüde kadınların başını kapatmaya indirgeyen bir mantığın zaten tutarlılık gibi bir kaygısı yoktur. Gemisni yürüten kaptanların iktidarıdır AKP hükümeti, sağdan soldan tarikatlara ve sermayeye bel bağlayanların bir memleketi kendi "islami" tasarruflarına göre yönetmesinden başka bir şey izlemedik 6 yıldır. devlet kurumlarına dudak üstü bıyıklı, eşi türbanlı, abdesli, namazlı ilahiyat memurlarını doldurmaktan, Arabistan veliahtını her yıl ağırlamaktan, her gün televizyona çıkıp nasıl mağdur olduğukarını anlatmaktan başka bir vizyonu yoktur bu iktidarın. Arada gemiler alınır, sınır ötelerine halk çocukları ölüme gönderilir vs. vs...

Hep aynı terrane; hem iktidar olacaksın ( öyle böyle bir iktidar değl, meclis çoğunluğuyla beraber devlet kadrolarından tut,Çankaya'ya ve hatta futbol federasyonuna kadar her yerde ulaşan bir iktidar ), yarattığın çıkar çevresine bol keseden ihaleler dağıtacaksın, yasama yetkisni sonuna kadar elinde tutarken birde ben mağdurum hikayeleri anlataksın insanlara. ya mağdur oldunda ne gördün, işkencelere mi uğradın Cunta karakollarında, idamlarla mı yargılandın, sürgünlere mi gittin şose boylarına, jandarma kurşunuyla mı düştün yere? Ne geldi başına da ben mağdur oldum diyorsun? sen mağdur olduysan sadece bu sömürü düzenine karşı çıktığı için bedel ödeyen milyonlar ne oldu? 80'de babalarımız analarımız 12 Eylül zindanlarında işkenceden geçerken her yere girip çıkıyordu bu İslamcılar. İşler tıkırındaydı, orta saha sana çalışıyodu, kanattan gelen ortalara yükselip kafayı vuruyordun çünkü seni tutacak defans oyuncusunuda içeri atmıştı darbe. Yalan mı İETT'nin 9 numarası? Bu dikensiz gül bahçesinde teslim adlın iktidarı, gücü ve sermayeyi. Neyin mağdurusun sen anlayamadım ki ben? Oğluna çok uygun kredilerle gemi alıyorsun ya, bırak da kızın üniversiteyi Türkiye'de okuyamasın. Derdin gerçekten o mu, çok sevseydin zaten saçından başından utanmazdın?

Kent soylu küçük burjuva ve burjuvalar tam kıllanmaya başlamıştı senin bu "ılımlı müslüman" palavralarından, emekçiler sokağa dökülmek üzereydi, haraç mezat satıyorken bütün devlet kurumlarını kaynak yetiremiyordun ve yine harcamalar üzerinden abanıyordun vergiye. Kömür dağıtmakta para etmeyecekti artık, yara almıştı iktidarın ki imdadına yetişti bu kapatma davası. İşte ona yanıyorum ya bende, şimdi yine ne kadar mağdur olduğunu anlatmaya başlayacaksın hergün televizyonlarda, Bülent Arınç ağlayacak, Emine Erdoğan yanında anlamsız anlamsız bakacak ve elini öylesine sallayacak kalabalıklara, beraber yürüdük biz bu yollarda çalacak fonda yine ve o "sinirli" hitabet sanatınla yeni anormallikler anlatacaksın bize. Ziyadesiyle sıkıldım ben bu muhabbetten. Şimdi zurnayı öttürüyorum bakın; bu sefer kapatılmasın AKP lütfen! Eğer kapatılacak bir parti varsa hayrına CHP'yi kapasınlar da emekliler ve "az sosyal demokratlar" rahatlasın. Deniz Baykal'a da beş yıl sabah koşusu yapmama yasağı gelsin. Siyasal İslam'ın kapatılan partilerinin nasıl küllerinden yeniden doğduğunu ve sonunda AKP ile nasıl tek başına ( bilezik gibi % 47 ) iktidara geldiğini gözlerimzile izledik. Bu hesapla iki kapatma ile CHP belki iktidar olur? Belki bu kış komunizm gelir ha? Demek ki sinema böyle birşey!

16 Mart 2008 Pazar

İddianame #1




"Hem laik, hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın, ya laik. İkisi bir arada olduğu zaman adeta ters mıknatıslanma yapar. Mümkün değil, ikisinin bir arada olması. Durum böyle olunca ben Müslüman’ım diyenin tekrar yanına gelip bir de aynı zamanda da laikim demesi mümkün değil. Niye? Çünkü Müslüman’ın yaratıcısı olan Allah kesin hakimiyet sahibidir. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Bak yalan koskoca bir yalan."
"Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor, laiklik elden gidiyor. Yahu, bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek yahu!"

Bir alıntı ile açtım yazımı, sayın Tayyip Erdoğan'ın bir konuşmasından. Tamam laiklik konusunda pek iç açıcı şeyler düşünmüyor ne yapalım diyoruz fakat konuşmanın başını aktarayım: "“1 Kasım bir dönüm noktasının adıdır. Zafer değil. Zafer böyle yakalanmaz. Şu anda daha henüz bir yoldayız. İnanıyorum ki yeşil ışıklar gözükmüştür. Fakat biliniz ki oraya kadar daha çok işaretler var. Ama inanıyorum ki zafer Allahın lütfuyla er geç bizim olacaktır. Çünkü vahi ilahi böyledir bunun işaretleri gözüküyor. Biz Cezayir gibi olmayız. Biz hazmettire hazmettire geliyoruz. Allahın izniyle."
"Bir buçuk milyarlık İslam alemi Müslüman Türk milletinin ayağa kalkmasını bekliyor. Kalkacağız. Şu anda içte onun ışıkları göründü. Allahın izniyle. Bu kıyam başlayacak. Koşmaya mecbursun. çalışmaya mecbursun. Eğer çileyi çekmezsen gelmez. Eğer çocuklarınız, eğer mallarınız, eğer zevceleriniz sizi bu davadan gayretten alıkoyuyorsa bu zaferi beklemeyin değerli kardeşlerim. Bunu aşmaya mecbursun. Bunu aştığımız gün zaferin ışıkları bize yakın olacaktır. Ve o zaman hak nurunu tamamlayacaktır."


Bu alıntıları kapatma davasının iddianamesinden yapıyorum. Kapsamlı bir Tayyip Erdoğan arşivi diyebilirim. Birde gündeme ilişkin bir alıntı aktarayım: "Belediyelerimiz hastaneler, doğumevleri yapıyor. Doğumevlerinde sadece kadın doktorlar çalışacak. Adil düzenin sağlık anlayışı da görülecek. Psikolojide, çocuk bakımında, öğretmenlikte yetişmiş başörtülü kızlarımız var. Şimdi işe alınmayan bu başörtülü kızlarımız anaokullarında yavrularımızı yetiştirecek..." .Türban tartışmaları sırasında düzenlemenin sadece üniversiteler ile sınırlı kalacağının garantisinin bizzat kendisinin olduğunu söyleyen başbakana ait bu sözler. Bunca çelişki içerisinde kendisine nasıl güvenebiliriz bilmiyorum.

İddianame çok uzun olduğu için henüz hepsini okuyabilmiş değilim. Okudukça ilginç noktaları buradan sizinle paylaşacağım. Bunları buraya yazarken biraz CHP'li göründüğümün farkındayım, daha kötüsü "darbeci" yaftası bile yiyebilirim. Bu darbeli, laikçi, özgürlükçü, liberal vs. çok cepheli düzen siyaseti arenasında bir taraf olmuş da değilim. Fakat adını koyalım bu iktidarın, kimse bana AKP'nin özgürlük getirdiğinden söz etmesin istiyorum veya liberal olduklarını düşünmemi, ( keza liberal olsalar tutup koynuma sokacak değilim ya bazıları gibi ) bildiğimiz şeriatçı bir iktidar bu. Fakat Türkiye siyaset arenasında daha önce yaptıkları yanlışları yapmayarak, pazar ekonomisini de gayet iyi uygulayarak derinden bir faaliyet ( kadrolaşmaya dikkat ) yürüttükleri aşikar.

13 Mart 2008 Perşembe

Hoca ofsayt!




Tayyip Erdoğan'ın incileri bitmiyor. Hitabet sanatında "çok iddialı" olduğun sansa da bazen pozisyonu iyi takip etmediği için ofsayta düşebiliyor, birde bana eski forvet olacak. Bugün ise DTP'lerin görüşme talebini reddetmiş ve "PKK'yı terör örgütü olarak tanımayan bir parti ile bir başbakan olarak ben görüşmem" kabilinden laflar etmiş. Süreci takip edenler bilirler ki DTP'liler Kürt sorunu konusunda önce Meclis Başkanı Köksal Toptan, daha sonra ise Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile görüştüler. Dolayısıyla Tayyip'in mantığına göre büyük yanlış yaptılar. Başbakan'ın gösterdiği sorumlu ve vatan perver tepkiyi gösteremediler.

Duruma birde ceza sahası dışından bakalım. Her ne kadar partililikten sadece rozetlerini çıkarma düzeyinde de olsa uzaklaşmış, mevkileri gereği "tarafsız" kimlikler taşıyan Gül ve Toptan DTP'lilerin görüşmelerini kabul ettiler. Zaten halkın iradesiyle seçilmiş temsilcileri kabul etmemek öncelikle demokrasi kültürüne aykırıdır. Fakat bu görüşme trafiği birde Erdoğan'ın NEW YORK TİMES'a patlattığı 3 barajlı, Kürtçe tv kanallı 12 milyar dolarlık Güneydoğu paketine rastlamasın mı? Tabi bu siyaset bir seçim yatırımı olarak okundu ve hatta DTP cephesinde açıkça dile de getirlidi. Bunun üzerine başbakan yaptığını inkar edercesine DTP'liler ile görüşmeyi reddetti?

Çözüm için bir paket açarken, bir yandan o bölgeden seçilmiş temsilcileri kabul etmeme çelişkisini nasıl açıklayacak Başbakan? Herkes için aşikar bir durum bu; Kürt hareketinin siyasi kanadıdır DTP ve PKK ile bir şekilde organik bağları olduğu da her kesim tarafından ve hatta kendileri tarafından da kabul edilmektedir, başbakan bunları bilmiyor mu? Çözüm konusunda samimi ise neden bu konuda taraf olan ve Kürt siyasetini temsil eden DTP'liler ile görüşmüyor? Bu açtığı paketin seçim yatırımı olduğunu iddia edenleri haklı çıkarmıyor mu? Durumu birde "bu ülkede taş üstüne taş koyana saygı.." terraneleriyle kurtarmaya çalışıyor. Bu medya ile girdiği polemiğinde sebebi olan mantık hatası, bu ülkeye üç kuruşluk hayrı dokundu diye kimse Başbakanı eleştirmeyecek ve sadece pohpohlayacak. Tabi yaptığı hizmetlerinde memlekete ne kadar faydalı olduğuda büyük bir tartışma konusu, milyonlarca insanın açlık sınırında köle gibi çalıştığı bir ülkenin Başbakanına göre fazla onurlu buluyorum kendisini . Hükümet içerde ve dışarda olmayacak dualara amin diyorken, ekonomi dökülüyorken, terör tırmanırken, işszilik artarken ne olursa olsun Başbakanı ve hükümeti eleştirmek yanlış oluyor pek sayın Tayyip Erdoğan'a göre. Bu ne menem bir demokrasi anlayışı? Benim kendi adıma eski bir fundamentalistten demokrasi dersi almaya ihtiyacım yok zaten, sizinde olmasın umarım. Hasılı kelam Başbakan yine bariz ofsaytta kaldı ve önemli bir pozisyondan kendisi ve ülkesi adına yararlanamadı.

10 Mart 2008 Pazartesi

9 Mart 2008 Pazar

Amerikan usulü demokrasi



Yıllar önce ABD'nin Irak işgalinin başladığı günlerdi. Televizyonlar Irak'ın nasıl özgürleştiğini gösteriyordu. O sıralar yurtta kalıyordum, ranza arkadaşım Sedat memlekete gitmişti bende elbiselerimi bir güzel onun yatğına yığmıştım, bunu gören oda arkadaşım İrfan ( inönü stadını bilenler için söylüyorum Kötü İrfan ) durumu görünce geldi ve yılın espirisini yaptı: " Ne o Sedat'ın yatağını özgürleştirmişsin! " Güleyim derken nerdeyse ranzadan düşüyordum. Gülüp geçtiğim bu anı aslında Ortadoğu coğrafyasının içinde bulunduğu ironinin bir tezahürü. Amerika ve Amerikan emperyalizminin Ortadoğu halkları üzerindeki tasarrufları bizim için bir çok tanımı yeniden yapıyor. Özgürlük ve demokrasi mesela. Irak'a özgürlüğün ve demokrasinin nasıl geldiğini ise en güzel üstteki resim anlatıyor. Şimdi Mahzuni'nin bu serzenişi daha anlamlı çınlamıyor mu kulaklarınızda?

Mahzuni #1



Aşık Mahzuni Şerif hakkında birşeyler yaamak istedim ama başaramadım. Nereden başlayacağımı, ne anlatacağımı bilemedim. Sonra işin kolayı var dedim bir türküsünü yazayım buraya birde link atayım bari hizmet yerine geçsin.

Defol git benim yurdumdan
Amerika katil katil
Yıllardır bizi bitirdin
Amerika katil katil


Tuz diye yutturur buzu
Katil düştük kuzu kuzu
Dünyanın en namussuzu
Amerika katil katil

Devleti devlete çatan
It gibi pusuda yatan
Kan döktüren, silah satan
Amerika katil katil

Japonya'yı yiyen velet
Dünyadaki tek Melanet
İki yüzlü kahpe devlet
Amerika katil katil


Insan alçak sarısı
Küstü dünyanın yarısı
Vietnam'ın pis kanlısı
Amerika katil katil

Bunca milletlere yazık
Sömürülmüş bağrı ezik
Seni sevenin Sütü bozuk
Amerika katil katil

Mahzuni der türk milleti
Çıksın gitsin elin it'i
Demedim mi bu bunlar kötü
Amerika katil katil

Türban ve sol #1



MHP'nin türban düzenlemesine verdiği desteğe şaşıranlar elbette olmuştur. Yıllardır bu ülkede, ilerici, demokratik her açılımın karşısında yer almış bir partinin bugün özgürlükçü olamayacağını görmek için siyaset bilimci veya Deniz Baykal olmaya gerek yok. Bu noktada tartışmanın nereye gideceğinin sinyalini Ülkü Ocakları zamanında vermiş ve afiş çalışması bile yapmış. İşte Fransız devrimiyle beraber kilisenin siyasetten ve devlet yönetiminden neden uzak tutulması gerektiğinin basit bir ispatı. Allah heryerde var çünkü, bir yerden laiklik konusunda verilecek bir tavizin toplumu nereye görüeceğinin vesikası bu sözdür. Maksat özgürlükse kara çarşafta özgürlüğe dahildir, çember sakalda. Bugün "türban" yüzündan madur olanların eğitim hakkını sovunuruz, yarın çarşaflının öteki gün çember sakallının. Onlarda gelirler paşa paşa "din ve vicdan "özgürlüklerini yaşarlar burada. Bugünun özgürlükçü sosyalistleri o günler gelidiğinde "dinsizlere ölüm" diye kafalarına inecek satırı tutan günümüz madureleri ve erkek kardeşlerine " yahu biz sizin hakkınızı savunduk o zaman, hani demokrasi ögürlük vs..? "diye soramadan kan gölü içinde boğulurlar.

Ne zamandan beri gericiler özgürlük getiriyor bize? Devletin bütün kadroları hali hazırda bu zihniyetin eline geçmişken, bir de üniversitelerde "siyasi simgelerini meşrulaştırmalarına" neden biz destek veriyoruz ki? Günlük siyasetten ve demokrasi bilincinden bu kadar mı uzaklaştık? Daha fazla özgürlük ve daha fazla demokrasi isterken mevcut burjuva demokratik devriminin kazanımlarından biri olan "laik" ( ne kadar laik olduğuda tartışılır ama bir İslam devletinden buna da şükür dedirten cinsten..) düzenlemelerden neden vaz geçiyoruz? Siyasetsiz kalan sol yine bu noktada paramparça oluyor ve darbeciler diyerek ötekileştirdiği asgari anlamda bile olsa sosyal-demokrat bir kimlik taşıyan tabanı , "sosyal politikalar" ile hele yağma ve talanın ( yine gericiler eliyle )bu kadar aymazca yapıldığı, sosyal güvenliğin kuşa çevrildiği bu müsait ortamda kendi cephesine çekebilecek durumdayken neden bile bile yanlış ata oynuyor? Bu süreci doğru tahlil edemeyen sosyal demokratlar ve sosyalistler yine tarihi bir fırsatı ellerinden kaçırıyorlar. Yine o ünlü sözle bitirelim: "sorunlar, onları yaratanların mantığıyla çözülmez".

8 Mart 2008 Cumartesi

Alem adam Recep Tayyip Erdoğan...



Nasıl bir memlekette yaşadığımızı toplulmun hemen her kesiminin ( AKP iktidirayla beraber suyun başını kapan kentli-türbanlı burjuvazi haricinde ) fark ettiği üzere "işler" iyi gitmiyor. Ekonomi büyüyor palavralarının yanında istihdam ( nedense ) artmıyor, işizlik yine en büyük sorun olarak karşımıza çıkıyor. Ekonomini iyiye gittiği palavraları ard ardına patlatılırken devlet kurumları bir biri ardına ya çok uluslu tekellere yada Müslümanlığı şüphe götürmeyen AKP'li ( yeşil veya farkı renkteki ) sermaye gruplarına haraç mezat satılıyor. Tarihinde görülmemiş bir şekilde özelleşiyor Türkiye. Bütün bunların yanında yine "kaynak yaratmak" adına harcama üzerine yeni vergiler peyda ediliyor. Sonra gazetelerde okuyoruz "falan verginin falan mal üzerinden yüzde bilmem kaç alınmasıyla devlet yılda bilmem ne kadar milyar 'yetele' kaynak elde edecek", gelgelelim özelleştirmeyle, "ülkesini pjamayla pazarlamayla", yeni vergilerle yaratılan kaynaklar hiç bir şekilde vatandaşın cebine, sağlığına, okuluna, yoluna girmiyor.

Büyük sermayedarlar için her türlü vergi indirimi ve teşvik sağlanırken, vatandaşın payına sosyal güvenlikten bile mahrum kalmak düşüyor. Emekli maaşlarının 250 liraya çekilmesi mi dersin, ikramiyelerin kaldırılmasını mı ararsın, özel hastenelerde tedavi için ödenen farklar, lükse kaçtığı için ödenmeyen masraflar ve daha nicesi vatandaşın boynuna asılı kalıyor. Hani yarattığınız kaynaklar, hani işverenlerin bu geçtiğiniz kıyaklar karşısında yaptığı yatırımlar ve arzettiği istihdam?

Teskereyle beraber ortadan kalkan hükümet-asker kamplaşmasının ardından bütçeden yine sezar hakkını alan asker şimdi Amerika'dan emir almadığını (inan var mı Büyükanıt paşaya? ) ispat etmeye çalışa dursun eğitime yine bütçeden "cep harçlığı" kıvamında bir pay ayrıldı. Bu cep harçlığıyla ancak sözleşmeli öğretmen yöntemiyle (öğretmenlerin kanın emilmesi gibi bir şeye tekabül ediyor bu "sözleşmeli" durum ) çözülmeye çalışılıyor Türkiye'nin devesa eğitim sorunları. Sonuç olarak neresinden tutsan elimizde kalan bir memleket var karşımızda.

Bütün bu karamsar tablo bütün orta sınıf ve yoksul kesimin geleceğini karartmış durumda, yaşayan herkes bu anlamsız vergilerin, çöken sosyal güvenliğin, iflas etmiş eğitim sisteminin içinde bunalmış durumda. Sağolsun belediyelerin dağıttığı kömürler ve yardım paketleri olmasa( belediyelerin hazineye olan borçları silindi bu arada ) ayakta kalacak hali yok insanların fakat sadakayla geçindikleri için sadakayı verenlerin boyunduruğuna girip yine AKP'ye oy atmaktan başka çareleride. Cepheye sürülüp ölenleri daha hiç saymıyorum.

Peki başbakanımız ne diyor bize? Çocuk yapın diyor, ( bize derken kadınlara : yani kadınlara doğurma görevi veriyor ve hiç çekinmeden de "siz öncelikle anasınız, analar şöyle kutsal böyle kutsal" diyerek kadına karşı sığ bakışını işfa ediyor ) çocuk yapın ki nufusumuz artsın maazallah gelişmiş Avrupa ülkelerinin yaşlanma sorunuyla karşı karşıya kalmayalım diyor. Eski bir fundamentalistin sözleri bunlar şaşırmamak lazım, kadını sadece doğurgan bir varlık olarak gören, onun için sadece başını örtme özgürlüğünü savununan bir mantığın sözleri. Daha çok çalışma hayatına girin demiyor, daha çok okuyun demiyor, daha çok erkeğinizden bağımsız olun demiyor da daha çok doğurun diyor. Doğurun ki çocuğunuz doğru dürüst eğitim alamasın, sağlık güvencesi olmadan istim sütünde yaşasın ve hastane köşelerinde ser-sefil olsun, doğurun ki işsiz kalsın, doğurun ki cephede Amerikan emriyle savaşıp ölsün, doğrun diyor başbakan çünkü! Hemde ne zaman diyor? Dünya Emekçi kadınlar gününde! Böyle bir günde bu sözleri edebilecek kadar alem bir adam bu Recep Tayyip Erdoğan! O zaman yaşasın örtünme ve doğurma özgürlüğü!

2 Mart 2008 Pazar

Joan Baez






Bob Dylan'ı severim ama yanlış yaptı Joan Baez ablamıza...şimdi biraz müzik dersi yapacağız, türkiye'de protest müziğin ağa-babalarıyla büyümüş bir nesil olarak dünyanın bu güzel protest ablasına ne kadar aşık olsak az. bir iki şarkısını linklendirelim de dinlesin güzel dostlar:

diamonds and rust

blowing in the wind
gracias a la vida
here's to you
let it be

Adnan Hoca



Evrim ile ilgili bir konferansın duyurusunu yaptım önceki postta ve oradan evrimle ilgili bir gezinti yaptım netten. Karşıma hep bu "Harun Yahya" takma adını kullanan Adnan Oktar çıktı. Ordan bir haber linkline ulaştım, Adnan Hoca'nın nasıl bir adam olduğuna dair biraz fikir verebilir size. Aynen kopi-peyst:

ADNAN OKTAR ARTIK ULUSLAR ARASI BİR SORUN

Türkiye'deki yaratılış teorisinin en önemli temsilcisi olan Adnan Oktar, 1956'da Ankara'da doğdu. Doğumuyla, 1979'da kazandığı ve bir ifadesine göre 'siyasi olaylar' yüzünden bıraktığı Mimar Sinan Üniversitesi'ndeki öğrenciliği arasında yaşantısı bilinmiyor.

Sosyete çevresi içinde 'Adnan Hoca' diye ünlendi. 1986 yılında bir gazetede yayımlanan yazısı yüzünden 'Ümmetçilik propagandası yapmak' suçundan tutuklandı, dokuz ay cezaevinde, 10 ay da Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde kaldı. Çıkışı, 'bir mahkûm ve ruh hastasına' göre hayli hızlıydı: 1991 yılında Bilim Araştırmaları Vakfı'nı (BAV) kurdu. Grubuyla birlikte 'ateizm, Darwinizm ve Siyonizm karşıtı' görüşler savunacak, konferanslar verecek, yayımlar yapacaktı. Öyle de oldu: 'Harun Yahya' adıyla bugüne dek 268 kitabı olduğu öne sürülüyor.

Raporla askerlikten 'yırttı'

Oktar, adı kamuoyunda duyulunca askere çağrıldı. Ancak 1993'te Eskişehir Hava Hastanesi'nden aldığı 'Askerliğe elverişli değil' raporuyla muaf tutuldu. Ayrıca 'paranoid şizofreni' olduğuna dair yedi hastaneden aldığı raporları var. Kokain kullandığı iddiasıyla açılan davada beraat etti.

Oktar ve bir grup müridi hakkında açılan 'çıkar amaçlı örgüt kurmak' davası, 24 Kasım 2005'te İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi kararıyla zamanaşımına uğradığı gerekçesiyle düşürüldü. Ne var ki Yargıtay 8. Ceza Mahkemesi sonradan 'Oktar'ın çıkar amaçlı suç örgütünün kurucusu ve lideri olduğuna, diğer 17 sanığın da bu örgütün yöneticisi olduklarına' hükmederek, bu kararı bozdu. Karar sonucu mahkeme, Oktar hakkında yurtdışına çıkış yasağı getirdi. Ne 'paranoid şizofreni' hastalığı, ne cezaevi süreci ne de hakkında verilmiş 'yurtdışına çıkış yasağı' Oktar'ı durdurabilirdi. Bilhassa 2006 yılı, Oktar'ın yükselişi dönemiydi. BAV'ın yanı sıra Milli Değerler Vakfı (MDV) ve Türkiye Bilim Merkezleri Vakfı'nı (TBMV) kurdu.

Oktar'ın, 2006'daki en müthiş(!) organizasyonu 'Evrim teorisini çürütüyor' dediği ve 'fosil' olduğunu ileri sürdüğü kemiklerin sergilendiği 'yaratılış Müzesi' oldu. İlk müze, BAV etiketiyle Küçükçekmece Belediyesi'ne ait Halkalı Kültür Merkezi'nde açıldı. AKP'li belediye başkanı Aziz Yeniay da açılışa katıldı. Müze, kapatıldı ama Oktar yılmadı. Müze iki gün sonra Beylikdüzü'ndeki Sars Alışveriş Merkezi'ne taşındı.

'Müze' öğrencilere de gezdirildi

Müzeye bölgedeki iki ilkokulun öğrencileri, öğretmenlerin gözetiminde geldi. Bu gezi için izin alınmamıştı. Ama soruşturma da açılmadı. Zaten 19 Mart'ta, MDV'nin valilik ve il milli eğitim müdürlüğünden 25 okulda 'Uzay ve Yer Bilimleri' konferansı verme izni kopardığı anlaşıldı.

Oktar, daha sonra birçok kamu binasında bir yolunu bulum 'fosil'lerini sergiledi. Ona ait olduğu anlaşıldıkça müzeler kapatılıyordu. Kapatıldı da, Oktar yıldı mı? Hayır. 28 Aralık'ta 'biyolog' Mehmet Erden, Koç Müzesi'nin giriş ve ikinci katına 'Yaşayan Fosiller' adlı sergisini açtı. Sergi kısa sürede kapatıldı. Sonradan anlaşıldı ki MDV, bu 'tezgâhı' Ankara Atatürk Lisesi'nde 'Mavi Gezegen' adıyla açmıştı.

2007 yılın sürpriziyse 'yaratılış Atlası' oldu. Gerçi bu atlas 2006 yılında işadamlarına, gazetecilere ve halk kütüphalerine gönderilmişti. Ama 770 sayfalık, kuşe kağıda basılı ve 'Harun Yahya' takma adıyla yazılmış atlasın devlet dairesine ilk girişi, Kırklareli Valisi Hüseyin Avni Coş sayesinde 2006'da oldu. Coş, atlasın halk kütüphanesine alınması için emir verdi.

Bir süre sonra AKP Gaziantep Milletvekili Ahmet Uzer, atlası TBMM'de milletvekillerine dağıttı. Daha sonra dönemin TBMM Başkanvekili İsmail Alptekin atlasın TBMM'de dağıtılmasına izin vermedi.

Oktar'ın eserleri Fransa'ya ulaşınca uluslararası bir soruna dönüştü. Fransızcaya çevrilen binlerce 'Yaratılış Atlası' şubat ayında Fransa'daki üniversite, lise ve kolejlere gönderildi. Ulusal Eğitim Bakanı Gilles de Robien, okul yönetimlerinden, kitabın öğrencilere dağıtılmamasını istedi. Le Figaro gazetesine konuşan biyolog Herve Le Guyader, "Bu, Kuzey Amerika'daki Hıristiyanlıktan ilham alan yaratılıştan çok daha tuzağa düşürücü" yorumu yaptı.

[Bu yazı 07-10-2007 tarihli Radikal Gazetesi'nden alınmıştır.]

KONFERANS




"Akıllı Tasarım Evrime Karşı"
ODTÜ, Kemal Kurdaş Salonu
15 Mart 2008 - Saat:15:00

ODTÜ Biyoloji Bölümü tarafından 15 Mart 2008 tarihinde, Chicago Universitesi’nden Prof. Dr. Jerry Coyne’ in konuşmacı olarak çağırıldığı ‘Doymak Bilmeyen Cehalet ve Bağnazlık: Akıllı Tasarım Evrime Karşı’ başlıklı bir konferans düzenlenmektedir. Bu konferans ODTÜ Rektörlüğü’ nün katkılarıyla, ODTÜ kültür kongre merkezi Kemal Kurdaş salonunda halka açık olarak yapılacaktır.

Bu konferansın gerçekleştirilmesindeki amaç, son yıllarda Evrim kuramı üzerine yapılan bilimsel olmayan spekülasyonlara karşı kamuoyuna bilim dünyasının konu hakkındaki düşüncelerini sunmak ve tartışmaların bilimsel bir düzeyde devam edebilmesine katkıda bulunmaktır.

Konferansa konuşmacı olarak çağrılan Prof. Dr. Jerry Coyne Chicago Üniversitesi öğretim üyesi olup, evrimsel genetik ve türleşme üzerinde dünya bilimsel literatürüne geçmiş birçok çalışması bulunmaktadır. Bu yayınları arasında ülkemizdeki üniversitelerin bazı biyoloji bölümlerinde okutulan ve evrimsel biyoloji alanındaki başucu kitaplarından biri olan ‘Speciation’ (Türleşme) kitabının yazarıdır. Ayrıca Prof. Dr. Jerry Coyne pek çok ülkede bilim karşıtlarının girişimlerine karşı birçok platformlarda bilimi savunmuş olan ünlü bir bilim insanıdır.