27 Aralık 2007 Perşembe

Estadi del Futbol Club Barcelona


Biz Nou camp deriz. Katalanca'da "yeni saha" anlamına gelir. Malum adamların tek takımı var, dolayısıyla tek sahaları. Saha deyip geçmek mümkün değil, 1957'de hizmete girdiğinde 120 bin kişi alırmış. Sonradan UEFA'nın kararıyla 109 bine düşürülmüş kapasitesi. Bir staddan çok daha fazlası Katalanlar için, bir mabed, faşist Franco rejimine karşı bir duruşun simgesi.

21 Aralık 2007 Cuma

Victor Jara






Ogün o da herkes gibi Estadio Chile'ye getirlimişti, gitarını yanına almak istediğinde ellerini kırdılar onun, bir daha gitar çalmasın diye...Getirdiler, yoldaşlarının yanına koydular, elleri kırık, gözleri yaşlıydı. Çektiği acıya rağmen başladı Venseremos'u söylemeye, bir anda bütün stad eşlik etmeye başladı sesine. Bir süre sonra stad inliyordu. Geldiler yine aldılar onu yoldaşlarının yanından, dövmeye başladılar, sesini kesmek istiyorlardı, ama o inadına söylemeye devam ediyordu; Vensermos, Venseremos...Yerde yatıyordu, paramparçaydı ağzı, gücü ancak ince bir ıslığa yetiyordu, şarkısını söylemekten vazgeçmemişti. Sonra adılar götürdüler onu, emir verdi cunta, şarjörler boşaldı üstüne.

2003 yılında 30. ölüm yıldönümünde faşist cunta tarafından katledildiği Estadio Chile stadyumunun ismi Estadio Víctor Jara olarak değiştirilmiş. Biz hala onunla beraber Vensermos'u söylüyoruz.

20 Aralık 2007 Perşembe

Belfast



Belfast'ta bir IRA grafitisi.

19 Aralık 2007 Çarşamba

Gardrop Fuat



Ünal Gürel, Kemal Sunal filmlerindne tanıdığımız bir yüz. Gerçek bir karakter oyuncusu, iri cüssesi, pos bıyıkları, sert yüzü ile tam bir kabadayı. Şimdiki vadi delikanlıları gibi "imaj maker" sahibi değil veya "reis" diyede anılmazdı. Sadece duruşu yeterdi, şimdi ananı laciverde boyadım it oğlu it derken bile bozulmadan postasını koyardı. Şimdikiler gibi tırt isimleri yoktu, ya Gardrop Fuat'tı, ya Fatsalı Osman (ki ona Pastacı Osman derdi Şaban), yada Karamürselli Deli Hamdi'ydi, devrin adamıydı, silaha değil bileğine güvenirdi. 2002 yılında sesiz sedasız aramızdan ayrıldı. 68 yaşında hayata gözlerini yumarken onu bir kaç sinema emkçisinin dışında hatırlayan hiç kimse yoktu. Şaşırmadınız değil mi?

16 Aralık 2007 Pazar

Pankart




Bazen bir resim binlerce sayfa yazıdan fazlasını anlatabilir. Bu da öyle bir resim. Bir kaç yıl önce böyle bir kampanya başlatmışlardı, bu pankartın orjinalinde tahmin ettiğiniz gibi Türk bayrağı vardı. Yerli malı satıyorum ayağına yerli yersiz mal satan bütün dükkanlara asıldı bu pankart. Zaten bayrak asmaya çok meraklı olan milletimiz o zaman çok sevmişti bu kampanyayı. Ne oldu, piyasa dediğimiz şeyin yerlisi yabancısı yok, sınırlar sana bana kapalıyken envayi çeşit mala açık. Milliyetçilik çok güzel bir malzeme piyasa için. Milliyetçilik alınıp satılamasa bile paraya çevrilebiliyor, uzun vadede karlı bir yatırım olabiliyor. hele hele bizim gibi 2.5 'uncu dünya ülkelerinde mükemmel bir yatırım aracı.

15 Aralık 2007 Cumartesi









Sovyetler için afiş cumhuriyeti diyorlarmış, malum probaganda ve anti-probaganda zamanları, özellikle 2. Dünya Savaşı yıllarında yaşanılan süreç. Sonuçta devrimin tek ülkesini bütün kapitalist dünyaya ve onun ideolojik aygıtlarına karşı korumakta bir görevdi. Binlerce insanın katledildiğinden bahsediyor burjuva medyası, Stalin günah keçisi, bilmem kaç bin kişinin katili onlara göre. Unutulan birşey var sanki, o beyenmediğiniz Stalin kurtardı sizin bugünkü uygarlığınızı, o alay ettiğiniz sovyetler engel oldu faşizmin dünyaya egemen olmasına. Stalinist miyim? Değilim. Troçkist olmayan herkesin Stalinist olmadığı gibi ...

Cows with guns







Dana Lyons'un söylediği bir Tom Lehrer şarkısı. Şarkıya birde animasyon klip çekmişler, harika olmuş. Devrimci ineklerin hikayesi anlatılıyor. Yanlış anlaşılmasın, devrimci olup inek olanlar değil, inek olup devrimci olanlar. Şimdi doğru mu oldu? Hayır, olmadı. Birilerine inek dedim mi? Evet, dedim. şarkının sözlerinide yazalım burayada zengin görünsün blog:

fat and docile, big and dumb
they look so stupid, they aren't much fun
cows aren't fun

they eat to grow, grow to die
die to be et at the hamburger fry
cows well done

nobody thunk it, nobody knew
no one imagined the great cow guru
cows are one

he hid in the forest, read books with great zeal
he loved che guevera, a revolutionary veal
cow tse tongue

he spoke about justice, but nobody stirred
he felt like an outcast, alone in the herd
cow doldrums

he mooed we must fight, escape or we'll die
cows gathered around, cause the steaks were so high
bad cow pun

but then he was captured, stuffed into a crate
loaded onto a truck, where he rode to his fate
cows are bummed

he was a scrawny calf, who looked rather woozy
no one suspected he was packing an uzi
cows with guns

they came with a needle to stick in his thigh
he kicked for the groin, he pissed in their eye
cow well hung

knocked over a tractor and ran for the door
six gallons of gas flowed out on the floor
run cows run!

he picked up a bullhorn and jumped up on the hay
we are free roving bovines, we run free today

we will fight for bovine freedom
and hold our large heads high
we will run free with the buffalo, or die
cows with guns

they crashed the gate in a great stampede
tipped over a milk truck, torched all the feed
cows have fun

sixty police cars were piled in a heap
covered in cow pies, covered up deep
much cow dung

black smoke rising, darkening the day
twelve burning mcdonalds, have it your way

we will fight for bovine freedom
and hold our large heads high
we will run free with the buffalo, or die
cows with guns

the president said "enough is enough

these uppity cattle, its time to get tough"
cow dung flung

the newspapers gloated, folks sighed with relief
tomorrow at noon, they would all be ground beef
cows on buns

the cows were surrounded, they waited and prayed
they mooed their last moos,
they chewed their last hay
cows out gunned

the order was given to turn cows to whoppers
enforced by the might of ten thousand coppers
but on the horizon surrounding the shoppers

came the deafening roar of chickens in choppers

we will fight for bovine freedom
and hold our large heads high
we will run free with the buffalo, or die
cows with guns

Sub-Commandanté




"Kavga bir çember gibi, her noktasında başlar ama asla bitmez."

Keny Arkana




Blog adetidir; arada güzel kadınların fotoğraflarını koyarlar. Öyle ahlakçılık falan yapmayacağım, bende bakıyorum o resimlere gayet güzelde oluyor. bende bir resim koydum güzel bir kadının resmi buda. fakat onu asıl güzel kılan yüzü değil sadece. Düşünceleri, şarkıları ve isyanı. Ben şunu düşünürüm hep "vicdanı olan sosyalist olur" , hatun kişinin "La Rage Du Peuple" ( Halkın İsyanı) şarkısının klibide vicdanı olanlara ilaç gibi gelecektir.

12 Aralık 2007 Çarşamba

Carlos Fonseca


Buralarda ismini pek bilmezler ama Güney Amerikalı dostlar ismini hiç unutmazlar.

700 kasaba, 70 vilayet, 7 düvelde namı söylendi...





Tatar Ramazan deyince akla bir filmden çok daha fazla şey geliyor. Özgün müzik : Ahmet Kaya ilk aklıma gelen. Samanyolu Tv denilen televizyon kanalı ve çok nadir olarak da TRT 2 dışında filmi izlemek mümkün değil. Gerçi insaflı Samanyolu ay sektirmeden dayıyor, ruh ötesi, cin berisi birde akıllara zarar gezi programı Ayna'dan arta kalan zamanlarda. Bir gün Hürriyet gazatesi cdsini vermişti. Sırf Hürriyet almamak için almadım, fakat sonra pişman oldum, filmi bulmak çok zor. Bulan birisi varsa haber versin!

8 Aralık 2007 Cumartesi

büyük takım

yıllar önce bir levent kırca parodisinde vardı; vatandaş çocuğunun ismini galatasaray koymak ister. fakat nufus müdürlüğü mevzuatı uygun değildir. adamın başına üşüşür memurlar kararından caydırmaya çalışırlar falan filan, sonra işin rengi ortaya çıkar adamın soyadı büyük takımdır. işte böyle bir takım için büyük takım demeyle büyük takım olunmuyor. büyüklük çok taraftara sahip olmak da değil. misal villa real valencia'ya 40 km uzaklıkta bir kasabanın takımı. daha 1997'de 3. kümede olan bu takım şimdi şampiyonluğa göz kestirebiliyor hemde ispanya gibi üst düzey bir ligde. şimdi villa rela'e büyük takım değil diyebilir mi? hayır ahmet çakar'ı demiyorum tabi, Shaq da adam değil ona göre zaten..

Hasılı kelam biizm büyüklere gelsin hesap. Hemen hepsinin şöyle bir iddası var "her zaman, her yerde en büyük " olmak. zaman olarak sezonları, yer olarak da avrupa ve dünya futbulunun zirvesi kabul edilen intercontinantal cup'ı alsak, yok çok insanfsız oldu, sadece türkiye süper ligi şampiyonluğunu alalım. yani her sezon şampiyon olmak gerekiyor büyüklük için. tabi başarıya endeksli fubol kültürünün bir çıkarımı bu ve yerinde değil hiç bir şekilde. fakat iddia budur bizde; her zaman her yerde...

Tabi büyüklük başarıdan geçmiyor, istisnası olmamakla beraber (bütün başarılı klüplerin büyük olduğu kesin ama başarılı olamayan büyüklerde mevcut) başarı bir büyüklük göstergesi. tabi sportif başarıdan bahsetmiyoruz, ekonomik başarı bugün avrupa futbolu için ön planda. bu kulvarda da fenerbahçe'yi tenzih ederim bizim büyüklerimiz ingilterede premier lig ve birinci lig arasında mekik dokuyan asansör takımlar kadar bile başarılı değiller. peki nerde kaldı büyüklük?

Büyük olmanın bir başka göstergesi ise belli kültüre, futbol anlayışına veya tribün geleneğine sahip olmak. Bu son nokta bence sportif veya ekonomik başarıdan da öte bir yer. başarısız olablirsin, milyonlarca taraftarında olmaz fakat adın telafuz edildiğinde insaların beyninde belirli bir resim beliriyordur, tarihinde büyük başarıların yoktur, fakat yinede topu ileriye oynamayı seven, veya canını dişine takarak kaleni savunan bir anlayışın, onurlu bir duruşun vardır. yoksa sadece adına büyük diyor diye birileri büyük olamazsın.

25 Ekim 2007 Perşembe

burası odtü...


Bundan çok değil beş yıl önce aynı insanlar burada savaşa hayır demişlerdi, akıllara kazınan 1 Mart tezkeresine yüz binler Ankara’da hayır demeden hemen önce binlerce Odtü’lü, okullarında savaşa hayır diyerek yürümüştü. O günlerde okuldaki ilk yılımın heycanını yaşamaktaydım ve beni her şekilde hayal kırıklığına uğratan bu okul ilk kez bana ümit vermişti o gün. Fakat zaman tutulmuyordu, ülkeyi çok daha kara günler beklemekteydi. Dönem dönem olduğu gibi hep o meşhur birileri düğmeye basmış ve kan kokusu etrafa yayılmaya başlamıştı. İstandul’da sergiler basılır, üniversite şeliklerinde kan dökülür olmuştu ki imdadımıza Mersin’de garip bir bayrak yakılması hadisesi yetişti. Resim tamamdı, birileri harakete geçmişti ve vatan perverler Hummer ciplerini parlatmaya, hap attıktan sonra vatan haini avına çıkmaya başlamıştı. Bu vatanın hainlerinin ayakkabısı delkti ve kaçamıyordu arkasından ateş eden vatanperverden. Sonraları milliyetçi yükseliş diye çok söyleyeceğimiz, çok tartışacağımız hiçte yeni olmayan bir kavram tartışılmaya başlandı. Herkesin sahip olması gereken bir erdemdi milliyetçilik ve vatan perverlik. Ne hikmetse sadece birilerinin tekelindeydi bu vatan sevgisi ve fetişizmi. Dile kolaydı vatan savunulacaktı, düşman çok sinsiydi, ayakkabısının altı delikti.

İnsanlarin bir seylere tepki vermek icin toplanmasi, yurumesi basli basina korktugumuz bir reflex oldu. 12 Eylül’den sonra özellikle toplanmak, beraber biseyler yapmak, örgutlenmek, örgutluluk hep yasakti, adi soylenmeyen bir suctu, anayasal bir hak olmasına ragmen hemde. Yuruyenler yollari asindirmiyor diye ara sıra izin verirdi devlet babamiz. Geçtiğimiz gün insanlar her neden sonra hatirladiklari bu hakki (belli ki cogusu icin bir ilkti) kullanmaya karar vermisler ve bir yuruyus eylemisler. Bu tepkisellik ve yuruyus kismi demokrasi adina sevindiriciydi ama eylemin icerigi ve tarzi universite gencligi adina buyuk bir hayal kırıklıgıydı.


Malum menfur olaylar herkesin canini yeterince yakmis ve tepkiler ulkenin dort bir yaninda verilmeye baslanmisken Odtu bu gerceklikten uzak kalamazdi. Kalmadi da; ama hergun sokaklarda gordugumuz, izledigimiz tarz ve tavir hakimdi eyleme. Turkiye’nin herhangi bir sokagindan, kahvesinden, meydanindan toplanabilecek insanlarin spontane duzeyde verebilecegi tepkilerden baska hic bir sey degildi koca eylem. Soylemler gayet siradan, hamasi ve saldirgandi. Burada akademik egitim goren, bilim icin ter doken, genc insanlarin verebilecegi tepki bu kadar siradan mi olmaliydi? Bu kadar sokak agziyla mı ifade bulmaliydi bu acilar? Bu kadar basitmiydi cozum? Yillardir gozumuzun onunda surup giden adi konmamis bir savasin maduru aydin insanlar bu kadar kolay nasil savas baltalari kusanabilmislerdi?

Burasi bir universiteydi, insanlar dunyayi okuyup ogreniyorlardi ve yine onlar burada bu egitimi gorurken yasitlari bir yerlerde savasa gonderiliyor ve sehit dusuyorlardi. Yillardir bu boyleydi,( kansiksamisligimiz hic caninizi yakmiyor mu?) o insanlar ki bizim mahalleden, koyden, yoldan izden arkadaslarimiz, kardeslerimiz, olanlar ölurken bizim daha fazla ölum icin yurumemiz ne kadar anlamliydi? Daha yirmili yaslarinin basinda,yani en humanist, en insancil yaslarini yasiyan bizler ne kadar kolay savas istiyorduk? Baska soyleyecek sozumuz olamaz miydi? Savasin baris getirmedigini kucuk yasimiza ragmen yillardir yasiyarak, kanayarak, hergun onlarca ölerek nasil gorememistik? Herkes kendi basina bir askeri staratejist olmus şuradan girip buradan cikarken kuzey Irak'a birilerinin de "hayir savastan baska bir cozum mumkun olabilir" demesi gerekmez miydi? "Durun biz genciz ve bizim gibi gencleri bu kadar kolay savasa gonderemezsiniz, bir daha dusunun" diyenler neden biz olamadik? Neden kan siyaseti yapan ve yillardir bu ulkeyi yonetirken bu sorunu çözemeyen, çözmeyen siyasi aktorlerle beraber bu kanli satrancin piyonu olduk? Birakin sakin olmayı, sagduyuyu, barisi, kardesligi savunan kardeslerimizi, sira arkadaslarimizi neden düsman ilan ettik ve terorist olmakla suclayacak kadar acimasiz olduk?

Genc olmanin hakli heycani veya vatan perverligin asiri bir hezeyani olarak görüp gecebilecegimiz cinsten bir eylem degildi bence bu eylem. Yillardir bize dayatilan belirli bir dusunce formunun, resmi ideolojinin tektiplestirdigi bilinclerin bir tezahuruydu en cok. Şehitlerimiz adina ne kadar üzücüdür ki Odtu ogrencileri, yani bu ulkenin bilinçli, dusunen, bilim ve fikir ureten ogrencileri olarak daha farkli, daha anlamli daha bize yakisan bir tepki veremedik. Bu konu uzerinde daha cok dusunup daha cok konusmaliyiz. Vurgulamak istiyorum konusma, kavga değil...

7 Ağustos 2007 Salı

La Bottine Souriante





son bir kaç gündür kulağıma iyi gelen bir iş yapıyorum; ve bu "gülümseyen potin"'leri dinliyorum (fransızcade anlamı buymuş). kanada'da o meşhur Quebec'te 1976'da kurulmuş bu grup (meğer celine dion'dan daha iyi hemşerileri de varmış Quebeclilerin) . bir folk grubu, kezey amerikanın ve batı avrupanın bütün geleneksel müziklerini kendilerinden keyifle dinleyebilme şansına sahipsiniz. özellikle "Le Ziguezon Zinzon" adlı "türküleri" beni benden almış Pirenelerde bir köy merasına götümüş...şerkılarını gitar, mandolin, buzuki, keman, mızıka ile seslendiren bu güzel grubun vokalleride bir o kadar dinlemeye değer bir ses rengine sahip. şiddetle tavsiye ediyorum...

5 Ağustos 2007 Pazar

maximilien robespierre; sevgili jakoben dostumuz...



maximilien robespierre , 1758-1794 yılları arasında yaşamış fransız devriminin simge kişilerindendir. jakobenlerin lideri ve krallığa karşı girişilen eylemlerin mimarıdır. avukatlık yapmıştır, rousseaucudur bu nedenle aşırı solda sayılmıştır. militan demokrat özellikleri hakimdir, burjuvalara karşı alt sınıfı savunmuştur. aynı zamanda jakobenlere de katılmıştır. 1793'te demokrasiyi sağlama almak amacıyla kralı giyotine göndermiştir, sonraki dönemlerde aynı zamanda kendi dava arkadaşları olan danton ve marat'ı da göndermiştir. 1794'te herbertçi ateizm ve katoliklere karşı olduğundan ve rousseau'nun fikri olan üstün bir varlığı tanıma fikrinden dolayı 1794'te giyotine gönderilmiştir, yani bu adamı komün bile kurtaramamıştır. kendi döneminde 1200'den fazla insanı giyotine göndermiştir.

lambalı kadın



yaşamını hasta ve yaralıların bakımına adayan florence nightingale modern hemşireliğin kurucusudur. 1820’de italya’nın floransa kentinde doğdu. ingiltere’de büyüdü. genç yaşta hastaneleri ziyarete başladı. 1851’de almanya’ya giderek hemşirelik dersleri aldı. 1853’te londra’da bir kadın hastanesinin başına getirildi.

ingiltere kırım savaşı’na girince 1854’te gönüllü olarak istanbul’da görev aldı. askeri hastaneleri temiz, sağlıklı ve düzenli bir duruma getirdi. ertesi yıl 38 hemşirelik bir ekiple kırım’a geçti. zor koşullarda yaralı askerlere bakarak ölü sayısının azalmasını sağladı. savaştan sonra londra’da bir hemşirelik okulu açtı. kadınların hemşireliği onurlu bir meslek olarak benimsemesinde önemli rol oynadı. 1907’de ingiliz liyakat nişanı’nı alan ilk kadın oldu. 1910’da öldü. türkiye’de 1961’de açılan ilk yüksek hemşirelik okuluna onun adı verildi.

kırım’da gece gündüz demeden yaralılara bakan florence nightingale’e askerler "lambalı kadın" adını takmışlardı.

devlet ve devrim




devlet ve ihtilal adlı aynı eser;

lenin'in 1917 de şubat devriminden hemen sonra kaleme aldığı ve ekim devrimi'nin de en büyük yol göstericilerinden biri olan eseri. devrimci klasikler içerisinde ayrı bir yerinin olduğuna inandığım bu kitap lenin'in alışıldık akıcı ve eğlenceli uslubunun bütün özelliklerini taşıyor ve küçük hacmine rağmen sınıflı devlet ve toplum yaşamının niteliklerini ve bu niteliklerinin proletarya diktatörlüğü tarafından nasıl sosyalizme evriltileceğinin siyasi ve ekonomik mekanizmalarını sadelikle anlatan bu yapıt lenin'in anarşistler ve kautsky ile olan polemiklerine de yer veriyor. ayrıca lenin yoldaşın 90 yıl önce yaptığı bir çok tespit hala gerçekliğini koruyor.






bir şehirde 15 sene belediye başkanlığı yapacaksın. sonra (aynı zamanda bu şehir ülkenin başkentidir) su bitecek ve bu şehir yazı susuz geçirmeye mahkum olacak ve bunun üstüne kalkıp sorumluluk almayacaksın. kötü belediyeciliğin, kötü idareciliğin, adam kayırmanın, yakınlarına ve partidaşlarına kıyak ihaleler vermenin, milyonların yüzüne bakarak televizyon ekranlarında hiç utanmadan yalan söylemenin üstüne bu zattan bu sorumluluğu beklemek zaten safdillik olur. işin traji komik tarafı pek inaçlı ve süperb müslüman olan sayık i. melih gökçek birde büütn olan bitenin fatusarasını allaha çıkarmış duurmda, yani ankarayı suszu bırakan allahmış. bu durumda ankara çok büyük bir günah işlemiş olmalı, sakın bu günah melih gökçek gibi bir adamı üst üste 3 defa belediye başkanı seçmek olmasın? dolayısıyla tanrı cezasını veriyor ankaranın bu durumda. ankara senden ne zaman kurtulacak merak ediyorum sevgili i. melih... o mutlu gün evin önüne bir deve yatırıp kurban edeceğim.

öğrenciyim abi...




Geleneksel bir durum(du) Türkiye toplumunda” öğrenciye kolaylık” gösterilmesi.”Öğrenciyim abi...” diye başlayan mülteci isteklerimiz , pazarlıklarımız olur, belediye otobüslerine indirimli bineriz (Ankara hariç), müzelere ücretsiz gireriz, kütüphanelere bedelsiz üye olabiliriz v.s..Bu öğrenciyi koruyan uygulamaların gizli mantığı ; öğrencilerin para kazanamaması ve (genelde) gurbette olmalarıdır. Sistem bir kaç sene sonra tepesine bineceği körpe kölelerine bir süre müsamma göster(di). Evet bu anlatılarım yavaş yavaş tarih olmaya başladı.

“Öğrenciyim “ bahabesini artık sallamaz oldu sistem. Bir yandan yıllardır sırtımızdaki “harç” yükü, okullara ayrılan kısıtlı bütçelerin traji-komik sonuçları, (üniversite eğitimini güdüklerştiren ve “bilim”den uzaklaştıran olanaksızlıklar, yetersizlikler) burs ve kredi sistemlerinin çarpıklığı ve tıkanıklığı ve bunların tuzu biberi YÖK (seni unuturmuyum hiç 12 Eylül’ün güzeli!). Bütün bu saydıklarım bizleri iyice bunaltmaya başladı.

Toplum ve dünya gerçekliğinden ayrı değil tabiki bizim dünyamız, kapitalizmin ve onun getirdiği yozlaşmanın etkisi altında değişen ve dönüşen toplumda tıpkı devleti gibi öğrenciye sırtını dönmüş ve bu kitleyi en çok yolunacak kaz gibi görmekte. Kirası x lira olan bir ev öğrenci için 3x olurken, öğrencilerin yoğunlaştığı bölgelerde “öğrenciye ucuz hizmet” vermek yerine ”mecburiyet”lerinden faydalanıp fahiş fiyatlarla soygunculuk yapan işletmeler (nasıl oluyorsa?) okul yönetimlerinin de desteğiyle kampüsümüze kadar girmiş durumda. Ders kitaplarının (özellikle yabancı dilde eğitim veren üniversitelerin kullandığı ithal kitaplar) pahalılığı, yüzlerce lirayı bulan fotokopi masrafları, yemekhanelerin yenilemeyen yemekleri ve böcekleri...daha neler neler...Hayat karşısında vereceğimiz zorlu mücadele daha şimdiden başlıyor. Sömürülecek emeğimizi henüz üretemediğimiz için satın alamayan sistem, cebimizdeki üç kuruş harçlığada aç gözlü bir biçimde el uzatıyor, gasp ediyor.

Bütün coğrafyaları, değerleri, sanatı ve doğayı birer rant kapısına çeviren, (kibar adıyla) globalleştiren kapitalizmin öğrencilere merhamet etmesini beklemek (hele bizim gibi yarı sömürge bir ülkede) herhalde saflık olur. Hergeçen gün kazanılmış haklarımız tek tek elimizden alınırken bakalım üniversite gençliği 80 darbesinin ve YÖK’ün üzerine ve beynine serptiği ölü toprağını ne zaman silkecek, ne zaman depolitizasyonun dondurucu etkisinden kurtulacak, geleceğine ve gençliğine nasıl sahip çıkacak? En önemlisi “olan-biten”in farkında olan bizler bu süreci nasıl yönlendireceğiz ve nasıl müdahil olacağız bu sürece. Umut etmekle başlayabilir herşey.

süper solak...




Süper solak denildimi aklımıza ilk Sergen gelir, hatta tek Sergen gelir bile diyebiliriz. Bu adam Türkiye futbolunun son on yıldaki en renkli ismi oldu. İnkar edilemez yeteneği, top tekniği, atlara olan ilgi ve alakası, gay barları mesken tutması ve sexe düşkünlüğüyle bize farklı bir Türk futbolcusu portresi çizdi. Yıllar çabuk geçti ama daha bir kaç sene önce 90+1 de Galatasaray'a gol atıp Beşiktaş'a şampiyonluğu getiren, Fenerbahçe'ye kadıköyde 2 tane sallıyan Sergen Şekerspor macerasından sonra (türkiye'de ki ilkm Abramoviç tarzı deneme oldu) Eskişehirspor'a ( buda Berlisconi usulü..) Unakıatan torpiliyle transfer oldu. Peki " son on yıldır doğru dürüst antremena yapmadım " diyecek kadar açık sözlü, basket potasına ayağıyla basket atabilen bu "süper solak" neden bugün bu yerde. umursamazlığının bir boyutu mu bu yoksa bir yeteneğin hazin sonu mu? sormak istediğim şu ki eğer Sergen eğer bir alman vatandaşı olarak Jurgen Zalsoon olarak Beşiktaş yerine Schalke alt yapısında başlasaydı futbola bugün Es-Es in sorumsuz yıldızı olarak mı yoksa Real Madrid'in tecrübeli oyun kurucusu olarak mı devam ediyor olurdu? Dünya futbolu, dünyaya açılamamış bir yeteneğini farkına bile varamadan (Chelsea'ye attığı iki gol ve Canada maçları hariç) kaybetti sanırım...