29 Şubat 2008 Cuma

Batı'nın Ahlaksızlıklarını aldık...



Tayyip Erdoğan böyle buyurmuş "Batı'nın ahlaksızlıklarını aldık...". Katılmıyorum ben başvekile. Bizim batıdan alacak ahlaksızlığımız yok, buyursun gelsinler onlara en kralını gösterelim. Zira kendisinin ahlak dediği şey bacak aralarıyla ilgili bir durum, kendisi karşı cinsle aynı odada oturmayı bile ( zamanında haremlik selamlık Refah toplantılarını anımsadınız mı ) ahlaksızlık olarak gören bir kişi(ydi). Söylediğine göre değişmiş ama hala aynı lafları ediyor. Aslında ahlaktan bahsederken hiç kendi konuşma tarzı konusunda kimseden uyarı almıyor mu? Litaretüre eklenecek türden laflar ederken bir yandan bu ahlakçılık ters olmuyor mu? Birde ayan-beyan oğluna gemi alıp sonra pişkin pişkin " canım gemi var, gemicik var, öyle uygun krediler var ki taksitle herkes alabilir " türünden laflar etmek haydi ahlağa sığdı diyelim peki delikanlılığa sığar mı? Oğlu vergi ödemesin diye yasa çıkartan Unakıtan'a "hocam ayıboluyo" bile diyemiyecek kadar tarikat ehli olmasını nereye sığdırıyor peki? Yüksek ahlak anlayışı bu mudur? Baykal gibi zayıf rakiplerle takılmaya alışmış başvekile bir Elazığ deyişiyle sesleniyorum: Sıkıysan bizim bahçaya gel olum..!

Ne oldu sana, ne oldu böyle?



Avril kızımız evveliyatında piyasaya "bakire cumhuriyetçi punk" olarak çıkmıştı. Bush'u seviyor, Irak ve Afganistan'daki Amerikan tasarruflarına punk cephesinden destek veriyordu. Muhafazakar Amerikanların "aile punkçısı" rolünü çok seviyordu o sıralar ve her seferinde dile getirdiği bekaretini... Bizim Şebnem Scheffer gibi oda oraların milli bakiresiydi anlayacağınız. Sonra büyüdü, cinsellikle tanıştı, sarhoş oldu Britney Spears tarzı frikikler verdi ve sonrasında bu pozları...Büyüdün Avril afferim sana!

not: Avril iyidir ama içince çok bozuyor...

Yalanlarla dolanlarla...




"Yalanlarla, dolanlarla, geçti ömrüm solanlarla.." Ne kadar yalan bir memlekette yaşıyoruz ? Bildiğimiz en resmi yalancıda devlet! Tabi bu sadece bizim devlete özgü bir sıfat değil, genel olarak devletler hep yalan söyleye gelmiştir. Fakat bu yalanlar öyle kolay ortaya çıkmaz, genelde tarihe karşı hesap verir
yalanı söyleyenler başka coğrafyalarda.Fakat biz her konuda başarısız olduğumuz gibi ( gerçi Fener'in Sevilla'yı Kadıköy'de yenmesi bir başarı olabilir, ama buda Fener'in yabancı veya devişirme yerlilerinin marifeti ya neyse... ) yalan konusunda da başarı değiliz. Bizim yalanlar bir kaç gün bile ayakta kalamaz veya zaten kimse inanmaz bu yalanlara, gerçek ortada öyle açık seçik duruyordur ki bizim "koyun algılı" kamu oyumuz bile böyle yalanlara inanmaz, inanamaz. Elin oğlu gibi, alt yapılı, ölçülü yalan türetemez bizimkiler. Yatsıdan evvel elektirik gelir, mum söner.

Şimdi bu teşekküllü girizgahtan sonra biraz orta sahada oyun kuralım. Operasyon sürecinde Bülent Ersoy kadar atarlı olmadığım için birşeyler söylemedim, fakat görüntü ortadaydı. "Sözde değil özde milliyetçi" divamız çok yerinde bir tesbit yapmıştı, "ölüm yerine çözüm" konuştuğu için aldığı tepkiyi anlayamıyordu. Savaş karşıtı hareketin bu ülkede Bülent Ersoy'la başlamasından bahsediyorum, hatta Kürt sorunu bundan sonra çözüm sürecine girerse yine onun sayesinde oldu diyeceğim gelecekte. Malumunuz operasyon bitti. 267 insanın hayatına malolan bu harekatın bilançoları haberleri doldurdu. Genelkurmay'dan yapılan açıklamada şöyle bir cümle var: "Harekattan önce bölgede bulunduğu değerlendirilen yaklaşık 300 teröristin büyük çoğunluğu etkisiz hale getirilmiş; geri kalanların bir kısmı ise bölgeyi terk ettiklerinden temas kesilmiştir." Yani bütün bu harekat 300 terörist için yapılmış, bu 300 terörist koca Türkiye Cumhuriyetine karşı öyle büyük bir tehlike arzediyormuş ki 10.000 askerle karadan-havadan taaruz başlatmak zorunda kalmışız. Hani biz güçlüydük, hani dosta güven düşmana korku salıyorduk Ortadoğu'da? Bunca cana ve küsürat olarak on milyonlarca dolara mal olan operasyon silah tüccarlarını zengin etmek dışında Kürt sorununun çözümüne ne gibi bir katkıda bulundu? PKK veya Kongra/gel ne kadar etkilendi bu operasyondan? Bundan sonra uzun bir süre şehit haberi gelmeyecek mi bölgeden? Bunca ölüm ne için? Bundan sonra yeni anneler ağlamayacak mı? Kim ikna oldu bu operasyonun "olumlu" sonuçlarına? Birde bunu annelere anlatsanız...

Birde Büyükanıt Paşa'nın "dış etki yok" sözüne inanan bir tane Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı var mı? Üniter yapı diye bas bas bağıranlar ulusal egemenliği Amerika'ya teslim etmekten niye hiç gocunmuyorlar? Hepimiz gözlerimizle gördük ki ABD (allahın belası devletler) başkanı direkt emir verebiliyor Türk devletinin askeri ve siyasi iktidarlarına. Başkanlık seçimide yaklaşıyor sizce bizimde eyalet önseçimlerinde oy vermek hakkımız değil mi? ( yes we can değil mi? ) Daha başka tereddütü olan var mı? Yıllar önce Amerikan emperyalizimin sömürgesiyiz diyen Nazım'ları hapsedenlere, Amerikan emperyalizmine karşı savaşan Deniz'leri asanlara ortak olanlar, destek verenler artık kime hikaye anlatacaklar? Artık kime inanacağını yavaş yavaş öğreniyordur Türkiye toplumu, dostunu düşmanını nasıl seçeceğini sezmeye başlamıştır ağır ağırda olsa. Birde "sol" bu durumdan kendine bir vazife çıkarsa iyimserliğim var ama Deniz Baykal'ın Türkiye soluna yaptığını, Hakan Şükür Galatasaray'a yapmıyor. Zat-ı şahaneleri gidip "kalan parçaları" toplasın şimdi.

Celtic



"hail hail, the celts are here,
what the hell do we care,
what the hell do we care,
hail hail, the celts are here,
what the hell do we care now?!"

27 Şubat 2008 Çarşamba

Madem Özgürlük



Türban tartışmalarında 'tübanlı' ( veya türbancı ) kesimin ilginç bir argumanı vardır: "Biz sizin mini etekle gelmenize karışıyor muyuz?" . Neresinden tutsan elinde kalan ayakları, hatta etekleri havada bir söylem. Sanki mini etek türbanın karşıtı bir simgeymiş, siyasal islamcılar türban takarken, ateistler veya daha az dindar olanlar mini etekle kendini ifade ediyorlar gibi bir durum işaret edilir bu sözle. Bir ikincisi kimsenin kimseye " birşey deme " hakkı var mı? Mevcut yasağı türbansızlar veya türban karşıtları mı koydu ? Türban tartışmalarının garip iklimi işte, bir taraftan geliyorum diyen kriz, kara harekatı, yeni sosyal güvenlik yasası, işçi ölümleri öbür tarafta bu türban gündemi. Bu gündem üzerine Facebook'ta yeni bir grup kurulmuş "Madem özgürlük- Mini Etekli Kızlar İmam Hatiplere Girmeli" diye. Bu olay gittikçe daha eğlenceli bir hal almaya başladı. Bakalım diğer cepheden bir bindirme gelecek mi?

26 Şubat 2008 Salı

Sevalı Kuş



İsmail Hakkı Demircioğlu üstadın ilk solo albümün olan Nasibolsa insanda takıntı yaratabilecek kadar güzel bir çalışma. Her türküsünü ayrı ayrı seviyorum bu albümün fakat Yaşar Miraç'ın bir şiiri var ki beni benden alıyor, beste tabiki İsmail Hakkı Demircioğlu'nun. Severek dinleyiniz...

Hizmet olarak kopi-peyst edelim:

hey dağların küçük kuşu
uça uça yoruldun mu
oylum oylum koyaklarda
yaylım yaylım yaylaklarda

badem ötüşlerin kaldı
yeğnikçem tüylerin kaldı
salkım salkım leylaklarda
yelkim yelkim yapraklarda

aradığın gökçe gülü
bunca yıl geçti buldun mu
gümül gümül bağçalarda
gürül gürül akçalarda

kanadın oynak çırpardın
yüreğin toynak çırpardın
noldu sana duruldun mu
seve seve yoruldun mu

yaşar'ın diline düştün
türkü türkü yığıldın mı
gurbetin bağrına düştün
yılkı yılkı yıkıldın mı

Taraftar



Maradona'ya sempatimiz belki birazda Arjantin sevgimziden. Kempes, Maradona, Canniggia, Ortega şimdilerde Messi, Tevez gibi adamların oynadığı bir takımı destekleyenlerde bu kaliteyi takip ediyor bir şekilde demek ki...

Maradona # 2



Dünyada futbol topuyla arası en iyi olan insan olmak gibi bir ünvanı, daha önce hatırlattığım gibi bir de kilisesi olan bir adam o. Bu fotoğraf ise o ve diğerlerini anlatan bir anı resmediyor. Bana inanmayanlar bir baksın...

Not:Futbol bloğu olmayacağız.

24 Şubat 2008 Pazar

AKP, MHP ve Özgürlükler




Dünya üzerinde sadece belli alanda çalışan firmalar vardır. BMW misal sadece otomobil ve motosiklet üretir, Nokia ise sadece cep telefonu işindedir, Sony'de elektronik olayındadır, Carrier klimadan başka bir şey üretmez. Sadece belli bir mal üretimine odaklandıkları için belirli bir kalitenin adı olmuşlardır ve bunun için tercih sebebidir bu firmalar. Örneğin "özgürlükler" konusunda da sosyalistler ve sosyal-demokratlar piyasaya hakimdir, ( liberalleride sosyal demokratlara kattım biraz idare edin ) daha hiç bir sağ hükümetin veya partinin bir ülkeye özgürlük getirdiğine şahit olmamıştır tarih, tabi "teşşebbüs" özgürlüğünü saymazsak. Bugün ise özgürlük kelimesini hayatı boyunca ağzına almamış olan AKP ve MHP ( onlar hürriyet derler ) bize "özgürlük" getirmek için bir araya geliyorlar. AKP'nin her şeyi ben yaparım mantığının sonucu bu, özgürlüğüde gelip benden alacaksın diyor başbakan.

Gelen özgürlük ise sadece "başını kapama" özgürlüğü. "Velev ki siyasi simge..." sözünden sonraki bir kaç haftalık süreçte bu özgürlük yasal bir hale geldi, Resmi Gazete'de dahi yayınlandı, vatana millete hayırlı olsun. Adını koymakta neden bu kadar zorlandığını anlayamadığım bir çok dostumuzun aksine, 'türban'ın ne demek olduğu yıllardır bilinen bir olgu. Kimse hikaye anlatmasın bu bir inanç simgesi değil, ( sağolsun başbakan bu itirafı yaparak elindeki bir kozu bırakmış oldu ) altmışlı yıllardan sonra tırmanışa geçen siyasal islamın simgesi, hemde kadınlar üzerinde bir baskı unsuru. Sağolsu bazı laikler ise "Kur'an böyle yazmıyor" diyebilecek kadar kendilerinden geçmişler. Demek ki yazıyor olsa ortada onlar içinde bir sıkıntı olmayacak, bu ne perhiz bu ne laiklik turşusu?

Sonuç olarak özgürlük sadece bir siyasetin simgesine geliyor yani, ortada "öğrenciler üniversitelerde istediği gibi siyaset yapabilir, siyasi simgelerini istediği gibi taşıyabilir" gibi bir düzenleme yok. Yani siyaset yine sadece iktidarın siyaseti olacak. Siyaset yapacaksan benim siyasetimi yapacaksın diyor yani hükümet. Bunun adına özgürlük demek bile aklı inkar etmek zaten. AKP ve MHP'den de daha iyisini beklemek zaten saflık olurdu, nede olsa bu piyasada yeniler, özgürlük işine yeni girdikleri için özgürlüklerin ( pardon hürrüyetlerin ) bütünsel yapısından haberleri yok.

Bizim "özgürlükçü" dostlarımıza gelelelim şimdi; bize en temel özgürlüklerimizi vermeyen bu 12 Eylül rejiminin dört tekerliğinden biri olan Siyasal İslamcıların bu dayatmasını desteklemeleri ve bunu "darbeciler" ile aynı tarafa düşmemek ve tutarlı kalmak adına yaptıklarını söylemeleri. Sorunlar ne zamandır onları yaratanların mantığıyla çözülüyor? Bu duruş birazda "darbeciden kaçarken kökten dinciye tutulmak" değil mi? Özgürlüğü getirenin AKP-MHP ortaklığı olması bile onları şüpheye düşürmüyor? Faşistler ve şeriatçılar ne zamandır özgürlük getiriyor? Bu mevsimde bunu görmek ve söylemek neden bu kadar zor oluyor? Tutarlılık ararken, tarihi bir süreci gözden kaçırmak ve gerici bir "örtünme" çabasına ön ayak olmak bir sosyalist için hangi tutatlılığın sağlamasıdır?

Ülke topyekün bir sorunlar sürecinde, operasyondu, sosyal güvenlik yasa tasarısıydı, YÖK başkanı paralı eğitim diye ağlardı derken derdimizin "türban" olması beni fazlasıyla eğlendirdi. Laiklerin aklı başlarına ancak iş ancak yasalaşma sürecine girdiğinde geldi. Hali hazırda diyanet ve bütün kurumlarıyla, zorunlu din dersleriyle hiç bir şekilde seküler olarak niteliyemeyeceğimiz bir devlettin üniversitelerine başı kapalı kadın siyasal islamcılar giremezken, en az onlar kadar yeşil kuşak takan erkek kardeşlerinin üniversitelere girdiğini gören birisi olarak zaten bu konunun tartışılmasını abes buluyorum. Üniversitelerin inançların değil bilimin yaşanması gerektiği haklı tesbitini yapan pek sayın rektörlerimiz okuldaki mescitlerden ne haber veriyor bize? Bir süre daha çıldırmazsam yine yazacağım.

23 Şubat 2008 Cumartesi

Aşık Ali İzzeti



Babalarımız bizden daha iyi tanır onu. Biz Erkan Oğur'dan biliriz Mecnunum Leylamı Gördüm'ü onlar ise Aşık Ali İzzeti'den, yani Ali İzzet Özkan'dan. Kalan Müziğin yaptığı bir çok güzel arşiv çalışması gibi bu albümde güzel olmuş. Arşiv sevenlere duyurulur.

Fidel Castro vs. Hakkı Devrim



Hakkı Devrim bugün yazısını Fidel Castro'ya giydirmek için yazmış. klasik sağcı taktiğidir bu, misal Taha Akyol sabahleyin kalktığında hangi solcuya nasıl saldırırım? Bugün acaba sosyalizmin nesine giydirsem? sorularını sormaya başlar kendine. hükümetin yaptığı neo liberal bir hamleyi övmeyecekse yazısının konusu çok büyük olasılıkla sorduğu bu soruların bir cevabı olur. Hakkı Devrim'de yılların sağcısı, yılların Türk dili bekçisidir, oda bugün Castro ile uyanmış anlaşılan. Muhterem hep bize "Çocuklar bu adam tarihte çok örneği görülmüş diktatörlerden biri. Sırf ABD'nin en amansız düşması ve Vaşington'un günahı kadar sevmediği hasmıdır diye, bu despotu örnek lider haline getirmeyin!" dermiş. Yok Hakkı Devrim biz Fidel'i bu saydıkların için sevmiyoruz, bu senin sağcı mantığının ürünü bir pragmatist yaklaşımdır. Devrimciler dünyayı ve olayları günlük politikalar, çıkar çatışmaları üzerinden algılamazlar. Tıpkı AKP-MHP türban ortaklığında olduğu gibi, çıkarlar söz konusu olduğunda "ortak" olmazlar kimseye. Benim düşmanımın düşmanı dostumdur deyip çelişkiler topağına dönüşmezler. Biz Fidel'in diktatör olup olmadığınıda senin burjuva ideologlarından öğrenmeyeceğiz, Küba'da olan bitenin ne olduğunu senden daha iyi biliyoruz sen hiç merak etme. Tavsiyelerin yine yazındaki gibi Hıncal Uluç'a kalsın. Fakat burdan yeni bir post çıkabilirdi "Faşist Hıncal'ın Sosyalizmle imtihanı" başlığıyla...

Schopenhauer



"Dünyanın en yoksul insanı, paradan başka hiç bir şeyi olmayandır." Çok iyimser bir laf etmiş Schopenhauer, ama sevimli değil mi?

20 Şubat 2008 Çarşamba

Che



"Aslanlar kendi tarihçilerini yetiştirene kadar destanlar avcının zaferini yazacaktır."

Devlet, Adalet ve Hrant



Vatan sever (vatan sevici) güçlerin "sesini kestiği" son dostumuzdu Hrant Dink. Bu alıştığımız bir durumdu aslında, daha nicelerini vermiştik toprağa, Uğur Mumcu, Abdi İpekçi cinayetleri de yine bu vatan perver çevrelerin eylemleriydi. "Vurulduk ey halkım unutma bizi" dizesiyle andık onları, türkülerini söyledik, kitaplarını okuduk, ağladık. Hrant'a ağladığımız gibi. Peki biz Hrant'a ağlarken (zeval gelmemesi gereken) devletimiz ne yaptı? Aradan geçen bir yılı aşkın sürede neler yaptı bu cinayeti çözmek için. Anlaşılıyor ki nerdeyse Trabzon Emniyet müdürlüğünde görevli herkes cinayetin işleneceğini aylar öncesinden biliyormuş. Sadece emniyet mi? Belki Pelitli mahallesindeki herkes de biliyordu, belki bütün Trabzon? . Yakında bu işten Yattara'nın ve Ayman'ın da haberi olduğunu yazarsa gazeteler hiç şaşırmayacağım.

Eskiden de bu tür "münferit" olaylardan sonra devlet büyüklerimiz çıkar, hiç olmazsa kelli felli laflar edip, katillerin bulunacağını söylerlerdi. İnamazdık pek ama yine de bunu söyleyebilme refleksi gösterebiliyordu büyüklerimiz o zamanlar. Hrant olayında ise bunu bile göremedik, bu cinayet sürecine tanık olan ve anlaşılan Erhan Tuncel ile bizim hala bilmediğimiz bir hukuğu bulunan Trabzon Emniyet müdürü Ramazan Akyürek'in terfi ettirilmesi haricinde hükümet kanadından cinayetle ilgili herhangi bir eylem göremedik.

Hrant'ın öldürülmesi sürecine böylesine geniş bir katılımla tanıklık eden yetkililer en az cinayeti işleyen O.S. kadar suçlu değiller mi? Bu dava neden bu kadar yavaş ilerliyor? (ilerlediği de tartışılır) Herşey az çok basını takip eden sıradan insanların kafasında bile kolaylıkla netleşebilirken yargı ve yönetim ergi olayı neden bu kadar yavaş algılamakta ısrar ediyor? Bu acaba katillerin -diğer faili meçhullerde olduğu gibi- kollandığı izlenimi yaratmıyor mu? (hani o meşhur resimi söylemiyorm bile) Adalet nerede? Yoksa sizin adalet dediğiniz şey söylediğiniz kadar adil değil mi?

Bu mide bulandırıcı ve korkutucu sürece neden bu kadar aşinayız? Ergenekon ve Susurluk arasındaki bağlantıyı görebilmek için artık Uğur Mumcu gibi araştırmak da gerekmiyor,(zaten onun gibi araştırmak ölümcül olabiliyor) birileri hiç birşeyden, hiç kimseden, adaletten, emniyetten çekinmeden "istediğini" öldürübiliyor. Söz söyleyeni yakıyor. En acısı bütün bu karanlığın adı "vatan severlik" oluyor. Televizyon dizilerinde adres gösterilmeden bu sözümona vatan severlik tarzı ( adam öldürerek vatan sevme tarzı, çatık kaşlı, Türk bayraklı, uzun paltolu... ) övülebiliyor, bu katiller veya katil severler kahraman olabiliyor. Bu aymazlığın bir adı var mı? Bu kirliliğin kimlerin yüzünü karartması gerektiğini bilmeyeniniz var mı peki?

18 Şubat 2008 Pazartesi

Ulaş Bardakçı



"ulaş ise mahir'den farklıydı. onun gergin ya da sinirli olduğuna hiç tanık olmadım. üstelik ulaş'la iki ayı aşkın bir süre aynı evde kaldık. her şeyde eğlenceli bir yan bulabiliyordu. kardan ve düşmekten ödü kopan, bu nedenle koluna sımsıkı yapışan bana, eğer kayıp düşersek patlayacak el bombalarıyla (ceplerinde en az iki tane vardı) ne hale geleceğimizi anlatırken bile sokağı çınlatan kahkahalar atmama (hiç dikkat çekmememiz gerektiğini belirtmeliyim) yol açan ve bundan hiç rahatsız olmayan bir ulaş anımsadığım. yere serdiğimiz şilte benzeri nesnelerde uykuya hazırlanırken açıkta kalan sırtını örttüğümde, bu kez benim sırtım açık diye kalkıp beni örten ve bu karşılıklı örtme eylemini komedi haline getirip evdeki diğer kişileri çileden çıkaran bir ulaş. blöflü pişti oynarken, polislerin evde en az 7 kişi olduğuna inanmasına yol açacak kadar gürültü yaptığımız ve güldüğümüz bir ulaş. kişiliğini başka hiçbir söze gerek kalmaksızın anlatabileceğine inandığım bir anekdot da şu olsa gerek: polisle çatışıyoruz. hedef falan gördüğümüz yok. öylesine ateş ediyoruz. benim küçük bir silahım var. birkaç ateşten sonra tutukluk yapıyor, hemen ulaş'a koşuyorum, gayet sakin alıp düzeltiyor. bu birkaç kez tekrarlanıyor. hiçbirinde en ufak bir sabırsızlık ya da bıkkınlık belirtisi göstermiyor. bir ara dışarıya atılan el bombası kapalı olan panjura çarpıp odaya düşüyor. ulaş yerinden fırlayıp bana doğru koşuyor ve üzerime kapanıp beni korumaya çalışıyor.

anılar özneldir demiştim. doğrudur. anımsadıklarım bende iz bırakanlar. yine de ulaş'ın koşullar ne olursa olsun çevresindeki insanlara sunduğu sevgisini, özgeciliğini yeterince kanıtlayacak nitelikte anılar. yaşadığım sürece onu bu özellikleriyle anımsayıp seveceğim."


(kaynak: cumhuriyet gazetesi, yazı dizisi: "arkadaşları anlatıyor", oral çalışlar, 7 mayıs 2002)