3 Ağustos 2008 Pazar

29 Temmuz 2008 Salı

1 Mayıs



" Hastane bahçesine, DİSK binasının içine gaz bombası atıldı... Sendikalılar, ÖDP binası önünde kıstırılan partililer coplarla dövüldü... Büyük tepki uyandıran ‘1 Mayıs’ın iki ay ardından İçişleri Bakanı açıkladı: Olaylarla ilgili bir polisin ifadesi alındı, mahkemeye sevk edilen yok. " Demokrasi sevenler acaba bu dayak için ne söyleyecekler. AKp tipi "ılımlı" demokrasinin halk ve emekçi sınıf üzerindeki tek tezahürü her nedense hep "dayak" oluyor. Arada annesi alıp uzaklaşması gerektiği nasihati alanlarda var onlar daha şanslı.

Gavur İzmir



"İzmir Kordonboyu'nda bikinleriyle güneşlenen Holladalı turistleri rahatsiz eden çıkmadı. Tacizlere, magandalara alışkın ülkemizde bikiniyle güneşlenenler böylece haber oldu"
Radikal

10 Temmuz 2008 Perşembe

Karahasanoğlu, İğne, Çuvaldız, Tecavüz, Ergenekon



Aslında bahsedeceğimiz adamın resmini koymak isterdim bloga ama sonradan vazgeçtim, zira tek bir resmi var Ali Karahasanoğlu'nun oda hepinizin malumu pek yakışıklı diyebileceğimiz bir görüntü arzetmiyor. Neyse fiziksel değil bizim derdimiz zira İlyas Salman'ı da çok severiz.

Hemen sadete girelim, muhterem bugun " Cumhuriyet gazetesi imtiyaz sahibi olan bu beyefendi, gözaltı sonrasında, tutuklanma talebiyle sevkedildiği mahkemede, yurtdışına çıkış yasağı konularak tahliye ediliyor.
Ertesi gün kendisini ziyaret edenlerin içinde, Türkiye’nin medya alanında bir numara olan Aydın Doğan’ı görüyorsunuz!
Şimdi gelin de bu ziyareti sorgulamayın. Dur beyim, adam hakkında korkunç bir suçlama var. Elinizde henüz bir beraat kararı da yok.. Bu ziyaret neyin nesi, kimin fesi?!.. "
buyurmuş. İyi, güzel diyorsun ortada bir dava var biliyoruz. Balbay'da sanık sıfatında bu davada, fakat verilmiş bir cezada yok, yani kesinleşen bir suç ortalıkta yok ve açık ifade etmek lazım diğer sanıklar ve tutuklular bir yana toplumda da Balbay'ın olayla alakası bulunmadığı yönünde genel bir kanı var. Bir şekilde " çamur ve iz " ilişkisi kuruluyor. Hani var ya " alakası olmasa almazlardı " mantığı bu zatın ki. Dertleri tasaları da buydu bu AKP yanlısı zevatın, hergün rezil gazetelerinden ve televizyonlarından kustukları hamasi AKP probagandası ve daha kendileri, sermayedarları ve işbirlikçileri dışında her şahsa ve kuruma yaptıkları giderlerin tek amacı bu Ergenekon mevzusuyla ortalığı bulandırmak. Bu memleket Susurluk gibi bir olayı yaşarken bunların "Hocaları" mum söndü diye saçmalıyordu ve kulak asmıyordu olan bitene ama şimdi kuyruğuna basılan kedi AKP kendilerine karşı bir darbenin kokusunu almışken işi dallandırıp budaklandırma telaşesindeler. Darbeyle derdiniz varsa buyurun Marmaris'ten başlayın işe. Darbenin iyisi ve kötüsü mü var da biz bilmiyoruz? Yoksa yine kendize Müslümanlığınız gibi kendinize mi demokratsınız?

Alıntıya gelince ar damarıyla ilgili bir kaç söz etmek lazım. Sen süper sayın Karahasanoğlu, cezası kesinleşen yani 14 yaşında bir kıza tecavüz etmekten hüküm giyen eski kalem erbabın Hüseyin Üzmez'i haftalar boyu savunmaya devam ederken iyiydi de şimdi böyle hassasiyetler saçıyorsun ortaya? Tecavüzden daha mı aşşağılık bir durum darbeci olmak? Zaten 12 Eylül'ün sayesinde palazlanmadı mı cemaatiniz? Şimdi ne çabuk darbe karşıtı oldun? Utanma duygusunun yanı sıra birde o güzel atasözünü hatırlasana, hani iğneli var ya...

6 Temmuz 2008 Pazar

Tasviye



Beşiktaş, üç büyük takımların içinden taşıdığı bazı değerler ve farklı duruşuyla ayrılan bir takım(dı). Ta ki Sinan Engin göreve başlayana kadar. Serdar Bilgili yönetiminde futbol takımı menejeriliğine getirilişiyle beraber ilkesizlik konusunda çıtayı en yükseklere yerlerştiridi kendisi. Öncelikle Alaattin Çakıcı ile olan münasebetleri ve sonrasında kaybedilen şampiyonluk ile beraber Beşiktaşın adını yeterince lekeledikten sonra görevden uzaklaştırılmıştı veya biz böyle olduğunu düşünmüştük ki bunun yeterli olmadığını düşünmüşler ki tekrar döndü.

Demirören yönetimi Beşiktaş tarihne mal olan değerleri bir bir çiğnemeye ant içtiği için Sinan Engini tekrar göreve getirdiler ve yaptıkları yıkımın bir tesadüf olmadığını gösterdiler bize. Bugünlerde yaşanan bu olay yine Beşiktaş tarihine kara harflerle kazındı, bütün diğer Demirören icraatları gibi. İşin kötü tarafı olayın kavga bahane edilerek bir " tasfiye " operasyonuna dönüşmesi.

İbrahim Üzülmez kimsenin sevmediği bir oyuncu olmasına rağmen, şimdiye kadar bütün teknik direktörlerin ilk tercihi olmuş ve yedi yıldır bu takım için ter döken bir oyuncudur. Her maç kendisine küfürler yağdırmamıza rağmen, onun olmadığı maçlarda sol kanadın yol geçen hanına döndüğünü ve yine o kanattan hiç bir atağın gelişmediğine defalarca şahit olduk ve İbrahim Üzülmeze her maç " İbrahim Düzelmez" dedik. Fakat Kaptan Beşiktaş'tan böyle gönderilmeyi asla hak etmemiştir, öncelikle bu takıma verdiği emek hiç bir şeklide taktir edilmeden, son yıllarda yaşanan her başarıda onun adı vardır, İnönü çimlerindeki teri hala soğumamıştır. İbrahim Toraman ise tamamen yerine alınan oyunculardan daha kötü olduğu düşünüldüğü için gönderilmektedir. Açıkçası futbolculuğunu fazla taktir etmediğim bir oyuncudur kendisi ama sahaya elinde ne varsa koyan bir adamdır, onun hep koşan veya kan ter içindeki hali aklıma kazınmıştır.

Şimdi aklı sıra Sinan Engin yaşlı Üzülmez ve formsuz Toraman'dan kavga vesilesiyle kurtulma uyanıklığı peşindedir. Bir takımı büyük yapan başarıları değil kültürüdür, başarının kendiside tam anlamıyla başka bir kültür. Kültürünüze ve değerlerinize sahip çıkmazsanız dibe vurmak için bile dua edersiniz. Eğer bizde fener ve Galatasaray gibi harcayacaksak bu değerleri ( ki çoktan harcadık ) başarılı olamayız. Çünkü yine bu " defolup gitmesi " için delirdiğimiz adamların mantığıyla hareket edersek diğerlerinin bizden çok parası var, unutmayın! Ki beşiktaş taraftarı takımından şampiyonluklar ve kupalardan çok bir duruş, bir tavır beklemektedir, diğer büyük takımların başarı anlayışıyla Beşiktaş taraftarının başarı anlayışı çok faklıdır. Utançla izliyorum bu rezaleti ve bütün gerçek Beşiktaşlıların da aynı şeyleri düşündüğü kanısındayım.

1 Temmuz 2008 Salı

Hasret



" Kirpiklerin gözleri kucaklaması gibi kucaklarım seni " diyordu Hasret, hani o hepsi en sendiğimiz türkülerinin birinde ama o 22 yaşında düştüğü ateşten sonra oğlu Roni'yi hiç kucaklayamadı. Karanlığın ateşine verdik onu 37 can ile birlikte. Karanlığın lekesini o gün hiç silemeyeceği anlına yapışırken Sivas'ın tarihler bundan tam on beş yıl önceyi gösteriyordu. Şu kanlı zalimin ettiği işler, garip bülbül gibi yareledi bizi. Yara hala kapanmadı, kabuk bağlayamadı, kanaya kanıya nehirler oldu, ırmaklar oldu deryalara ulaştı ama hala hesabı sorulmadı.

Yıllardır dilimizdeki o yine bir başka "katliam" türküsünde söylediği gibi " sanma hesap sorulmaz " diyoruz. Ne Kızılderelerin, ne Sivasların, ne de Maraşların hesabı henüz sorulmadı. Midenizi bulandırı mı bilmiyorum bir hikaye anlatacağım sadece; binlerce insan vardı o gün otelin önünde " cehennem ateşi için yanıyorlar " çığlıkları arasında " ya allah bismillah allah-u ekber " nidalarıyla yandı otel ve acı son. Ertesi gün bir çok kişi olayla ilgili göz altına alındı, delil yetersizliğinden ( TRT kameralarının aldığı görüntülere rağmen ) serbest bırakıldı bir çoğu (yurt dışına kaçanları saymıyoruz tabi ) fakat yine bazı tutuklamalar oldu. Sonra dava süreci başladı, peki sanıkların avukatı kimdi? Olaydan bir kaç yıl sonra Adalet Bakanlığı koltuğuna oturacak Şevket Kazan! Bir zamanlar " aynı yolda " yürümüyor muydu Tayyip Erdoğan'la bu katliamcıların avukatı? Peki bugun Tayyip Erdoğan, o konuşmayı çok seven başbakanımız Sivas Katliamı hakkında bir şeyler söyledi mi? Bu sizi şaşırttı mı? Hergün ,daha on yıl önce " araç " diye binmeye kalktığı, demokrasiyi bugun bize öğretmeye kalkan başbakan acaba bu durumdan bir hicap duyuyor mu? Hayır değil mi? Aksini düşünemediğimiz ortada, keşke düşünebilsek ama olmuyor sanki. Dert kendi partileri, yani rant ve iktidar araçları olunca bize demokrasi nutukları atan başbakan biraz da bu konuda asıp kesse ne güzel olurdu değil mi? Fakat bir eski fundamentalistten böyle bir şeyi beklemek fazla iyiserlik olur, öyleyse biz kendi sözümüzü yarın kendimiz söyleyelim: Saat 16:00'da Toros sokakta buluşalım.

29 Haziran 2008 Pazar

Sergen Yalçın



Futbolculuğun dibine vurmuştu, pas, çalım, duran top, bitiricilik gibi yeteneklerin yanına birde oyun zekasını ekleyince Sergen olmak için sadece sexe ve at yarışlarına düşkün olmak yetmiyordu birde çok çalışmanız gerekiyordu. Fakat Sergen hiç çalışmazdı. Örneğin Alex veya yine aynı mevkiyi paylaştığı her hangi bir oyuncu ( zira Sergen haricindekilerin hepsi " herhangi" kalıyor ) " neden az koşuyorsun " sorularıyla karşılaştığında, "mevkim iacbı, enerjimi idareli kullanmam lazım, sakatlıktan yeni çıktım, birde koşsam bu takımda ne işim var " gibi sıradan cevaplar verirken O aslında futbol tarihine geçmesi gereken bir cevap vermişti: " Yoruluyorum. " İşte Sergen olmak ve olabilmek bununla alakalı, yoruluyorum diyebilmekte. Bugun artık onu bir yorumcu olarak izliyoruz. Futbolculuğu gibi yorumculuğuda göz kamaştırıcı ( flamboyant demek isterdim ama o artık legendary play maker forward ). Fatih Terim hegomanyasına bile takmadan ağzına geleni söyleyebiliyor, ilk programlar tökezleyecekmiş gibi dursada yine golü yapmasını bildi ( hani o yere düşüp attığı gol ) ve artık daha da rahat konuşuyor ve konuştukça eskiden yaptığı gibi çok eğlendiriyor.

Şakirt Anlatıyor # Final

Sonuç ;

Aklı başında herkesin de anlayabileceği gibi bu bir karşı devrim örgütlenmesidir. Devlet içinde koskoca bir devlettir. ABD ve AB çıkarlarına koşulsuz hizmet etmektedirler. Ayrıca birçok yerde yazıldığı gibi dergileri, radyoları, televizyonları, üniversiteleri, vakıfları, ışık evleri vs. her şeyleri vardır. Öyle ki savcıları, kaymakamları, valileri, emniyet müdürleri, öğretmenleri, doktorları, istihbaratçıları (ki bu konuya doymak bilmeyen bir iştahla
yanaşmaktadırlar), askerleri, milletvekilleri, bakanları vardır. Hemen hemen her büyük partinin de desteği ile bu noktalara gelinmiştir. Bence yegâne çözüm bu örgütün tüm malvarlığına el konmasından geçer. Ama sorun şu ki; kim koyacak?

Diğer insanlardan tüm bu olan biten son derece profesyonelce saklanmaktadır. Hatta çıkan yalan haberler bile buna en güzel şekilde hizmet etmektedir. Yok, Fethullah komandoları varmış; yok, kendilerini patlatacaklarmış, yok, hücre evleri varmış; tabancalar, tüfekler, bombalar varmış... Bu atmosfer onlara en çok yarayan ortamı oluşturuyor ve kendilerinin terörist olmadığını "muhabbet fedai"leri olduğunu insanlara yaymalarına yarıyor.

Bu kişilerin ne yapmaya çalıştıkları çok iyi bilinmeli ve o kanaldan mücadele verilmelidir. Örgüt deşifre edildiğinde, ABD yerine başkasını bulmak için faaliyete geçecektir ve bu zannımca on yıl on beş yıl kadar bir zamanı alacaktır. Bu bir bölünme süreci olarak da yansıyabilir Fethullahçılara. Çünkü kurulu mekanizma en güzel şekilde işletilmektedir. Bir daha böyle bir mekanizmayı kurmak çok çaba gerektirir. Bölüp bir kısmını yine ABD emriyle kamuoyunda kötülemek diğer kısmıyla yola devam etmek ile de bu mücadeleyi verebilirler. Her ne yapılacak ise bu darbeden hemen sonra yapılmalıdır. Yani bir daha güçlenmesine fırsat verilmeden "meydana getirdiği boşluk" doldurulmalıdır. Ama dediğim gibi ilk iş; oyunu açığa çıkarmak ve "Ağababası" olan ABD'nin işlerliğini yitiren bu beşinci kolunu gözden çıkarmasını beklemek olacaktır...

12 Haziran 2008 Perşembe

SÜLEYMAN DEMİREL’İ ODTÜDE GÖRMEK İSTEMİYORUZ




Bir hatırlatma ve çok kısa tarih dersi: Deniz Gezmiş 16 Mart 1971 günü Sivas’ın Gemerek ilçesinde yakaladı ve 9 Ekim 1971 tarihinde askeri cunta tarafından idama mahkûm edildi. İdam kararı senatoda oylanırken Süleyman Demirel idamların onaylanması için elini kaldırırken, birde arkasına dönüp Adalet Partisi grubunda kararı kabul etmeyen var mı diye kontrol ediyordu. Karar 6 Mayıs 1972’de cunta eliyle alelacele infaz edildi. Öldürüldüklerinde Deniz Gezmiş 24, Hüseyin İnan 23, Yusuf Aslan 25 yaşındaydı. Yine aynı Süleyman Demirel hayali ihracatın mucidi olan sevgili yeğeni Yahya Demirel’i savunurken “ 25 yaşında çocukla uğraşıyorlar “ diyebilmişti.

Balıklara bile rahmet okutan bir toplumsal hafızaya sahibiz. Sağ olsun çok milli ve bir o kadarda maneviyatçı, hatta mukaddesiyatcı eğitim sistemimiz biz on bin yıl önce yaşayan Orta Asta Türk kavimlerinin adlarını ezberlettirir ve İslam ordularının Endülüs seferini adeta canlı yayın kıvamında bellettirirken, yakın tarihten bahsetme gereği pek duymaz. Bizde yine adı milli olan tarih ikinci dünya savaşıyla biter. Hal böyle olunca bu ülkenin geçirdiği 3 darbeyi televizyonlardaki belgesellerden duyarız ve çok merak ettiysek gidip bir iki kitap okuruz ki bu çok uzak bir ihtimal. En iyisi belgesellerle beynimizi bulandırmak yerine dizilerde karar kılalım ve yakın tarih dersimizi Hatırla Sevgili’den alırız. Alırız almasına da ne anlarız? Bizden neyi anlamamızı bekliyorlarsa onu tabi ki…

Şimdi biliyoruz Deniz Gezmiş’in nasıl idam edildiğini, nasıl yakalandığını, onun ve onların nasıl suçsuz olduklarını ( düzene inat güneş balçıkla sıvanmıyor işte ) hep birlikte düzen televizyonlarından izledik. Gerçi Erdal ÖZ’ ün Gülünün Solduğu Akşam’ı kadar gerçekçi ve sert bir seyir değildi bu, fakat bu dejenere edilmiş hali bile birçoğunun ( hatta çocuğun ) gözlerini yaşartmaya yetti, nede olsa bir düzen televizyonundan akıyordu bu hüzün evlerimizin içine ve oda idama giderken Deniz’in son sözleri arasından “ Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği “ sözlerini silmişlerdi, nede olsa bu kadarı bile fazlaydı…

Bu acı hepimiz için fazla gelmişti, onun resmine bakarken, ( hani o çok bilinen yeşil parkalı resmi ) gözleri yaşarmayan var mıydı aramızda, onun idama giden gözlerini ve yüzünü unutabileniniz var mı? ODTÜ’de 1. yurdun önünden geçerken binaya taraf bakıp onun zamanında kaldığı odanın hangisi olduğunu merak etmeyeniniz? Stadyumun önünden geçerken o görkemli yazının sadece kelime anlamından öte “ başka ” anlamlar da taşıdığının farkına varmayanınız var mı? Peki, bugün burada ülkenin herhangi başka hiçbir üniversitesinde bulunmayan bu özgürlük ( tabi onunda bir sınırı var ) ortamının hangi bedeller karşılığında tesis edildiğinin farkında olmayan var mı? Kantinlerde örtülü masaların çevresinde oturan takım elbiseli, silahlı ve ” ocaklı “ tipleri görmüyorsanız, her gün satırla ve döner bıçağıyla bir arkadaşınız yaralanmıyorsa, kimse mini eteğinize ve top sakalınıza “ hemşerim yassah, reisin emri var ” diye müdahale edemiyorsa sizce kimin veya kimlerin sayesinde? İşte o Denizler dediğimiz insanların ve onların bize miras bıraktığı geleneğin sayesinde…

Bugün siz tahammül edebilecek misiniz işte o Denizlerin idamı için ön ayak olan Demirel’in buraya gelmesine? Bu okulda inandığımız ve sahip çıktığımız bütün değerlerin mimarı olan o geleneğin ilk temsilcilerini ölüme yollamış Süleyman Demirel’in gözlerimizin içine bakarak bize “ benim öğrencilerim ” diye seslenmesini hazmedebilecek misiniz Deniz’in “idama giden gözleri” aklınızdayken? Biz edemeyeceğiz ve buradan, bu okulda aynı değerleri ve alanları paylaştığımız bütün öğrencileri Süleyman Demirel’i ODTÜ’de görmek istemiyorum demeye çağırıyoruz.

SÜLEYMAN DEMİREL’İ ODTÜDE GÖRMEK İSTEMİYORUZ

Yapı Topluluğu ve Genç - İMO